top of page

EVRİMCİ İDDİALARA CEVAPLAR

Şimdi evrim teorisinin dayandığı iki kavramı inceleyelim: mutasyon ve doğal seçilim.

Mutasyon

Mutasyonlar DNA eşlemesi sırasındaki hatalar sonucu DNA’da meydana gelen değişikliklerdir. Mutasyonlar sadece üreme hücrelerinde meydana geldiğinde kalıtsal olur, yani üreme hücreleri dışında meydana gelen bir mutasyonun evrimle hiçbir bağlantısı yoktur. Mutasyonların canlıya yarar sağlama ihtimali çok çok düşüktür, mutasyonlar canlıya yarar sağlasa bile bu canlıyı daha karmaşık veya daha gelişmiş kılmaz. Diyelim ki bir ülkede savaş çıktı ve sağlıklı olan bütün erkekler o savaşa katılmak zorunda. O ülkede yaşayan ve mutasyon sonucu tek kolu gelişememiş bir kişi savaşta faydasız olacağı gerekçesiyle o savaştan muaf tutuluyor. Savaşa katılan erkeklerin öldürüldüğünü farz edersek doğuştan tek kollu olan bu kişi doğal seçilimi kazanmış olur. Bu insan aslında kendi gücünü kısıtlayan bir mutasyona uğramıştır ama çevrenin etkisi onu avantajlı hale getirmiştir. Bu mutasyon kesinlikle o bireyi daha gelişmiş veya daha karmaşık bir canlı yapmamıştır. İkinci mümkün senaryo ise bu tek kollu insanın torunu yeniden mutasyona uğrayıp kolunun gelişmesini engelleyen faktörü yok edebilir ve şans eseri tekrar çift kollu olabilir. Eğer savaş ortamı ve savaştan muaf olma durumu ortadan kalktıysa şüphesiz ki bu mutasyon da faydalı mutasyonlar sınıfına dâhil olur, lâkin bu mutasyon da aslında insan kolunu en baştan yaratmış değildir. Kol geni zaten o torunda mevcuttu, sadece ilk mutasyon yüzünden kullanılamıyordu. Yeni mutasyonun etkisi olmayan kolu en baştan yaratmak değil, onun gelişmesini engelleyen faktörü ortadan kaldırmaktır. Yine de dışarıdan bakan bir insan, genomun içeriğinden bihaber olduğundan tek bir mutasyonun bu kolu en baştan yarattığını zannedebilir ki günümüzde evriminin gözlemlendiği iddia edilen pek çok tek hücreli canlıdaki vaziyet böyledir.

Belirli antibiyotiklere karşı bağışıklık kazanarak evrime örnek teşkil ettiği iddia edilen bakterilerin durumu da tıpkı yukarıdaki örnek gibidir. Bu bakterilerin antibiyotiklere bağlanmak için kullandıkları proteinler mutasyon sonucu deforme olur, bu da bu bakterilerin hayatını kurtarmış olur. Ancak bu olay bakteriyi daha karmaşık ve daha gelişmiş kılmış değildir, tam tersine onun var olan bir özelliğini (antibiyotiğe bağlanabilme özelliğini) yok etmiştir. Yine de bu özellik bakteriye o durumda zarar verdiğinden mutasyon bakterinin işine yaramış olur. Bu olay yukarıdaki paragrafta verdiğimiz ilk örnekteki kolun kaybedilmesi durumuyla eşdeğerdir. Eğer antibiyotik ortadan kalkarsa bakteriler mutasyon yoluyla uzun süre içerisinde tekrar eski özelliklerini (antibiyotiğe bağlanabilme özelliklerini) kazanabilirler çünkü artık antibiyotikten korunmaya ihtiyaç kalmamıştır. Lakin bu eski özelliği tekrar kazanma durumu da bu özelliğin yoktan var edilmesiyle değil, zaten mevcut olan özelliğin ufak bir modifiyesiyle gerçekleşir. Bu da yukarıdaki paragrafta verdiğimiz kolun tekrar kazanılmasıyla ilgili ikinci örnekle eşdeğerdir. Gözlenmiş olan faydalı mutasyon örneklerinin hemen hemen hepsi burada açıkladığımız iki kategoriden birine aittir. Faydalı mutasyon denen şey bundan ibarettir, yoksa canlıyı geliştiren bir mutasyon olduğunu düşünmek bir arabaya ateş ettiğimizde arabanın daha iyi çalışmasını beklemek gibi bir şeydir. Mutasyonların bir araya gelerek organları, bu organların da bir araya gelerek müthiş bir düzene sahip olan sistemleri yaratacağını iddia etmek insan aklıyla dalga geçmektir.

           

Doğal Seçilim

Doğal seçilim bir ekosistemdeki bireylerden ortama uyum sağlayanların hayatta kalıp ortama uyum sağlayamayanların elenmesi, yani yok olması demektir. Doğal seçilim var olan genler arasında seçim yapar, yani bir türe kesinlikle yeni bir gen eklemez. Günümüzde bütün insanların DNA’ı 99.9% aynıdır. Doğal seçilim milyonlarca yıl geçse bile en fazla insanların 0.1%’ine etki edebilir, yani insanı ya da herhangi bir canlıyı başka bir türe dönüştürmesi imkânsızdır. Allah bütün canlıların yaşadıkları ortamlara adapte olabilmeleri için yapılarına belirli bir gen havuzu işlemiştir. Türler ne kadar zaman geçerse geçsin bu gen havuzunun dışına çıkamaz.

Evrimciler her zaman doğal seçilimi bilinçli bir sistemmiş gibi gösterirler. Tabiatın her zaman o ortama en uygun şartlara sahip canlıları seçtiğini iddia ederler. Hâlbuki aynı türe ait canlılar arasındaki farkların çok küçük olduğunu göz önüne aldığımızda doğal seçilimin evrimcilerin iddia ettikleri kadar kolay ve kesin bir şekilde işlemediği aşikârdır. Bir popülasyonun gen havuzundaki birçok farklılık doğal seçilime uğramayacak kadar önemsizdir, canlıya çok küçük bir yarar sağlayan bir mutasyonu doğal seçilim ayıklayamaz. Örneğin insanlar arasındaki farkları düşünelim. Evrimciler Uzakdoğuluların çekik gözlü olmasını Sibirya’dan soğuk iklimden gelmiş olmalarına bağlarlar. Soğuk coğrafyada çekik gözlülük o kadar önemli olsaydı Kuzey Avrupalıların da çekik gözlü olması gerekirdi, çünkü doğal seçilim onlar için de geçerli. Afrika’daki Khoisan ırkı sıcak iklimde yaşamalarına rağmen çekik gözlü, evrimciler bunu nasıl açıklayacak? Evrimcilerin en ünlü örneklerinden bir diğeri de soğuk iklimde yaşayan insanların burunlarının daha küçük olmasıdır, çünkü soğuk havayı daha çok ısıtarak içlerine çekmeleri gerekir. Ne var ki Neandertaller buzul çağındaki Avrupa’da çok soğuk bir iklimde yaşamışlardır, velakin kocaman ve geniş burunlarıyla ünlüdürler. Mesela kıllar insanı soğuktan koruduğu için soğuk bölgede yaşayanların evrime göre daha kıllı olması beklenir; hâlbuki günümüzde sıcak bölgelerde yaşayan insanlar (özellikle Ortadoğulular ve Hindistanlılar) Kuzey’de soğuk coğrafyalarda yaşayan insanlardan çok daha kıllıdır. Evrim iddiasına ters başka bir örnek vermek gerekirse kutuplara doğru gittikçe vücudun ısı kaybını azaltmak için yüzey alanı/hacim oranının küçülmesi, yani hacmin artması beklenir. Ancak günümüzde Orta Asyalılar, Çinliler ve Japonlar gibi Sibirya kökenli insanlar hacimce sıcak iklimde yaşayan Afrikalılardan genellikle daha küçüktür. Gördüğümüz gibi doğal seçilim ufak farklılıklar arasından seçim yapamaz, bunu iddia etmenin tabiata tapmaktan bir farkı yoktur. Doğal seçilim kör ve bilinçsiz bir sistemdir.

Evrimciler kuzeyde insanların beyaz derilerinin de Güneş ışığından maksimum düzeyde faydalanabilmek için geliştirdikleri bir adaptasyon olduğuna inanıyorlar. Lâkin bir başka açıdan bakarsak koyu renk Güneş ışınlarını daha çok çektiği için siyah tenli insanlar sıcak havada daha da çok sıcaklarlar, beyaz renk de Güneş ışınlarını yansıttığından açık renkli insanlar soğuk havalarda daha da çok üşürler. Bu nedenle sıcak coğrafyadaki Afrikalıların siyah tenli, soğuk coğrafyadaki Avrupalıların beyaz tenli olması bu açıdan dezavantajdır. Eğer Afrikalılar beyaz, Avrupalılar siyah olsalardı evrimciler bunun sebebini sıcaktan korunmak olarak gösterirlerdi. Yani durum ne olursa olsun evrimciler bir şekilde olayı evrimi destekleyecek şekilde yorumlayacaktı.

Milyonlarca yıldır doğal seçilim yaşanmasına rağmen bugün bile her tür içinde güçsüz, zayıf ve hastalıklı canlılar bulunur. Bugün güçlü insanlarla birlikte zayıf insanlar, sağlıklı insanlarla birlikte hastalıklı insanlar, zeki insanlarla birlikte aptal insanlar vardır. Eğer doğal seçilim evrimcilerin iddia ettiği gibi etkili bir güç olsaydı insanlığın gen havuzu milyonlarca yıl boyunca daima iyiye doğru gider, kötü genler gitgide ayıklanır ve yok olur, en sonunda neredeyse kusursuz canlılardan oluşan bir popülasyon meydana gelirdi. Ne var ki o kadar uzun zaman süren doğal seçilime rağmen insan da dâhil bütün türlerde zayıf canlılar fazlasıyla bulunmaktadır. Konuyu klasik bir espri ile bitirelim: Bu kadar aptalın var olduğu bir dünyada doğal seçilimin işlediği iddia edilemez.

Evrim teorisi hiçbir sebep-sonuç ilişkisine dayanmadığından “niçin” sorusu karşısında her daim cevapsızdır. Örneğin ateş böceklerinin ışık üretmesi evrimsel bir fayda sağlıyor ise neden diğer böcek türleri de ışık üretecek şekilde evrimleşmedi? Yahut eğer ışık üretmek evrimsel bir avantaj getirmiyorsa neden ateş böcekleri ışık üretecek şekilde evrimleşti? Eğer dişi örümceklerin erkek partnerlerini yemeleri evrimsel bir fayda sağlıyor ise neden diğer böcek türlerinde de dişiler erkeklerini yemiyor? Yahut partnerini yemek evrimsel bir avantaj getirmiyorsa neden dişi örümcekler erkek partnerlerini yiyecek şekilde evrimleşti? Eğer arıların dans ederek birbirlerine besinin konumunu bildirmeleri evrimsel bir avantaj ise neden diğer böcek türleri de aynı yöntemi geliştirmedi? Yahut bu evrimsel bir avantaj getirmiyorsa neden arılar dans etmeyi öğrendi? Sürahi bitkisinin böcekleri yemesi evrimsel bir fayda sağlıyor ise neden benzer koşullarda yaşayan diğer bitki türleri de böceklerden beslenecek şekilde evrimleşmedi? Yahut bu evrimsel bir avantaj getirmiyorsa neden sürahi bitkileri böceklerden beslenecek şekilde evrimleşti? Evrim teorisinin bunların hiçbirine mantıklı ve tutarlı bir cevabı yoktur, çünkü sebep olarak öne sürebildiği tek mekanizma “tesadüf”tür.

 

İNSANIN EVRİMİ MASALI
 

İnsanın evrimi senaryosu evrim teorisinin en saçma senaryolarından biridir. Burada sadece insan evriminden bahsedeceğiz ancak aynı düşünce biçimi kullanılarak diğer evrim senaryoları da eleştirilebilir. Evrimciler insanın evrimine yaklaşık 6 milyon yıllık bir süre verirler. Bu senaryoya göre insanların beyni 2 milyon yıl öncesine kadar hiç gelişmemişken ve az çok maymun beyni kadarken son 2 milyon yıl boyunca müthiş bir hızla gelişerek maymunların beyninin 12 katına ulaşmıştır. İnsan beyni hacim olarak şempanzelerin beyninin 3 katı kadardır ve insan beynindeki nöron sayısı şempanzelerin beyninden 12 kat fazladır. (İnsan beyni: 86 milyar nöron, Şempanze beyni: 7 milyar nöron[1]) Evrimciler genellikle aradaki farkı daha küçük göstermek için sadece beyin büyüklüğünden bahseder ancak nöron sayısından hiç bahsetmez, hâlbuki beynin büyüklüğünden çok karmaşıklığı önemlidir. Aynı zamanda bu senaryoya göre son 2 milyon yılda insanlar fiziksel olarak güçsüzleşmiştir. İddiaya göre yaklaşık 1.5 milyon yıl önce yaşamış olan Homo erectuslar günümüzdeki insanlardan daha güçlü ve daha dayanıklıydı. Şimdi şu soruları soralım: Eğer 2 milyon yıl insanın beynini bu kadar geliştirmeye yeterli bir süre ise, gelişmiş canlılar insanlardan yüz milyonlarca yıl önceden beri var olmasına rağmen neden hiçbiri insanın zekâ seviyesine yaklaşamadı? Evrim teorisine karşı en sık sorulan sorulardan biri de şudur: İnsanlar maymundan geldiyse neden bugünkü maymunlar insan olmadı? Bu soru çoğunlukla cehalet sonucu sorulsa da aslında mantıklı bir sorudur. Evrimciler insanın bir maymun türü olduğunu ve diğer maymun türleriyle (en yakın şempanzeler olmak üzere) ortak atadan geldiğini iddia ediyorlar. Burada asıl sorulması gereken soru şudur: İnsanlar eğer diğer maymun türleriyle ortak atadan geliyorsa aynı devirde benzer koşullar altında yaşamalarına rağmen ve evrimleşmek için eşit süreye sahipken neden diğer maymun türlerinden çok daha zeki bir maymun türü oldu? İnsan beyni bu süre içerisinde bu kadar gelişmişken neden diğer maymunların beyninde önemli bir gelişme olmadı? Yani insanlar maymundan geldiyse neden bugünkü maymunlar insan (gibi) olmadı?

Bir popülasyonda diğer bireylere üstünlük sağlayıp bireyin hayatta kalmasını sağlayacak olan en önemli etken fiziksel güçtür. En azından bu çok yakın bir tarihe kadar böyleydi. Günümüzde ise hayatımızda kanunlar etkili olduğundan zekâ fiziksel güçten daha önemli hale geldi. Yine de günümüzdeki insanları alıp hiçbir medeniyetin olmadığı doğal bir ortama koyarsak fiziksel olarak en güçlü ve en dayanıklı olanımızın hayatta kalma konusunda daha avantajlı olması beklenir. Hele hele eski insansıların konuşmayı bilmediklerini ve hiçbir bilgi birikimine sahip olmadıklarını düşünürsek zekânın o vahşi ortamda hiç de önemli olmadığı görülür. Yani evrim teorisine göre medeniyetin olmadığı bir ortamda yaşayan bir popülasyonda fiziksel güç zekâdan çok daha önemli olduğu için fiziksel gücün sürekli artması, zekânın da önemli bir değişime uğramaması beklenir çünkü medeniyetin, bilginin ve dilin olmadığı bir ortamda zekânın hayatta kalma açısından fazla bir önemi yoktur. Buna rağmen “insanın evrimi” senaryosuna baktığımızda bunun tam tersini görürüz. Bu senaryoya göre son 2 milyon yılda insanın zekâsı çok gelişmiş, beynindeki nöron sayısı on iki kattan fazla artmıştır. Aynı zamanda bu teori insanın son 2 milyon yılda fiziksel olarak güçsüzleştiğini kabul eder: 1-2 milyon yıl önce yaşamış olan Homo erectuslar ve on binlerce yıl önceki Homo sapiensler günümüzdeki insanlardan daha güçlü ve daha dayanıklıydı. Bu büyük çelişki insanın evrimi senaryosunun saçmalığını bir kez daha ortaya koyar.

Bazı evrimciler insanın beyninin nasıl bu kadar büyüdüğünü açıklamak için şöyle bir senaryo önerirler: İnsanların atalarının ağaçlara bağımlı bir halde yaşarken bilinmeyen bir sebepten dolayı savanaya göç etmek zorunda kaldığını farz edelim. Savanaya göç eden bu maymunumsu canlılar artık ağaçlara çıkamadıklarından kendilerini savunmak için alet kullanmak zorunda kaldı. Bu da bu canlıların beyinlerinin büyümesini yönlendiren etkenlerden biri oldu. Bu senaryonun gerçekleşmiş olsa bile insan beynine bir etkide bulunmayacağını anlatmaya bile gerek duymayarak şimdi bu iddiayı üstünkörü bir şekilde değerlendirelim.  Tamamen ağaçlarda yaşamak için tasarlanmış hayvanlar dünyanın en tehlikeli yerlerinden biri olan Afrika’da hiç alışmadıkları ağaçsız bir ortama gidiyor. Dört ayak üzerinde yürüyen, beyinleri gelişmemiş, alet kullanamayan, uzun yolda yürüyemeyen, ufak tefek, yani tamamen ağaçlık ortamda ağaçlara tırmanarak yaşamak için tasarlanmış bu canlılar neredeyse milyonlarca yıl boyunca (evrimi kabul etsek bile bu yeni ortama adapte olmaları milyonlarca yıl sürer) en vahşi hayvanların yaşadığı ve en sert rekabetin olduğu Afrika savanasında varlıklarını sürdürüyorlar. Peki, bu canlılar kendi bedenlerine tamamen ters bir ortamda nasıl bu kadar uzun süre nesillerini devam ettirdiler? Bu, insanların denizde yaşamaya karar verip milyonlarca yıl boyunca denizde nesillerini devam ettirmesine benzer, yani imkânsızdır.

Bireyler çoğu zaman kendi türleri içindeki bireylerden de ziyade başka türlerin bireyleriyle rekabet halindedir. Bunun sebebi besinlerin sınırlı olması ve sınırlı besinin çok sayıda tür tarafından elde edilmeye çalışılmasıdır. Tabiattaki bütün etçil canlılar sınırlı sayıdaki otçul canlıyı yemek için rekabet halindedir, bütün otçul canlılar da sınırlı sayıdaki bitkiyi tüketmek için rekabet halindedir. Canlılar ne kadar fazla besin elde edebilirlerse o kadar çok üreyip popülasyonlarını arttırırlar, bulundukları ortamı domine ederler. Bir canlının farklı türlerden olan canlılarla arasındaki fiziksel farkları kendi türünden olan diğer canlılarla arasındaki fiziksel farklardan çok daha fazla olduğuna göre asıl zorlu rekabet diğer türlerle girdiği rekabettir. Örneğin bir insanın diğer başka bir insanla koşu yarışına girmesi daha kolayken bir atla koşu yarışına girmesi çok zordur. Bu demek oluyor ki bir tür yaşadığı ortama uygun bir bedene sahip değilse diğer türlerle girdiği yarışı kazanması imkânsızdır. Yeni bir habitata giren bir canlı türünün nesli o ortama uygun adaptasyonlara sahip olana kadar çoktan tükenir. Çok basit bir modellemeyle bunu açıklamaya çalışalım. Diyelim ki bir ortama en uygun sayı 10 olsun. Aslanların bazılarında 10, bazılarında 9, bazılarında 8 sayıları var. Maymunların ise bazılarında 5, bazılarında 4, bazılarında 3 sayıları var. Evrimciler sürekli tek bir türe yoğunlaştıklarından 5 sayısına sahip olan maymunların 3 ve 4 sayılarına sahip olan maymunları eleyeceğini söylüyorlar. Lakin maymunların bu ortamda aynı zamanda aslanlarla rekabet halinde olduğunu düşünürsek 8 sayısına sahip olan aslanın 5 sayısına sahip olan maymunu bile çok rahat eleyeceğini görebiliriz. Sonuç olarak maymun nesli kendilerine uygun olmayan bu ortamda elenip yok olacaklardır.

Yukarıda bahsettiğimiz evrimci iddiasında da olduğu gibi bir türün yeni bir habitata girip o habitatın şartlarına göre evrimleşebilmesi imkânsızdır, çünkü eğer evrimi kabul etsek bile o türün adaptasyon için ihtiyaç duyduğu milyonlarca yıl boyunca neslini devam ettirebilmesi imkânsızdır. Mesela evrimciler bazı boz ayıların milyonlarca yıl önce kutuplara gitmek zorunda kaldığını, sonra milyonlarca yılda yaşadıkları ortama uyum sağlaya sağlaya kutup ayılarına dönüştüklerini iddia ederler. Hâlbuki boz ayıların kutuplarda o kadar uzun süre nesillerini devam ettirmeleri imkânsızdır çünkü ne kutuplardaki soğuktan koruyan deriye, ne buz üzerinde yürümeye uygun ayaklara, ne de kutuplarda iyi yüzmeye yarayan bir bedene sahiptirler. Eğer evrimi kabul etsek bile bu canlıların evrimleşecek kadar süreleri yoktur, çünkü yeni ortamlarında çok uzun bir zaman boyunca nesillerini devam ettiremezler. Eğer evrimcilerin neredeyse tanrı olarak gördükleri “doğal seçilim”, kendi bedenlerine tamamen zıt bir ortamda yaşayan canlıları bile milyonlarca yılda eleyemiyorsa ne işe yarar? Eğer doğal seçilim gerçekten işe yarıyorsa kendini yepyeni bir ortamda bulan canlıların evrimleşmek için ihtiyaç duydukları milyonlarca yıl içinde doğal seçilime göre elenip nesillerinin tükenmesi gerekir.

Birçok konuda evrimleşme ve evrimleşmeye iten faktörlerin aynı anda gerçekleşmesi lâzım ki canlıya yarar sağlasın. Ancak evrimleşme bir anda olmayacağına, milyonlarca yıl süreceğine göre bu ihtimâl imkânsızdır. Örneğin ilk önce konuşabilme yetisine sahip insan mı ortaya çıktı (konuşmak beyinle, dille ve ses telleri ile ilişkili son derece karmaşık bir iştir) yoksa konuşmak için belirli kelimelere sahip olan bir dil mi ortaya çıktı? İlk başta dilin oluşması imkânsızdır çünkü konuşmaya uygun bir beden yoksa dil ortaya çıkamaz. İlk başta konuşma yeteneğinin ortaya çıkması (yani başta beyin olmak üzere birçok organın evrimleşmesi) da imkânsızdır çünkü konuşacak bir dil yokken konuşabilme özelliği canlıya bir fayda sağlamaz. Burada çok genel ve yüzeysel bir şekilde bahsetsek de bu mantığı diğer birçok evrim senaryosuna uygulayabiliriz.

İşin ilginç kısmı beynin büyümesi kafatasının büyümesine de bağlıdır, eğer kafatası yeteri kadar büyümüyorsa beynin büyümesi de imkânsızdır. İnsanın kafatası yetişkin olana kadar büyür ve bu açıdan gelişimi erken yaşlarda son bulan diğer bütün canlılardan ayrılır. Bu yüzden evrim senaryosuna göre insanların ilk önce kafatası yeterli esnekliğe ulaşmalı, sonra beyni büyümelidir ki beyin gelişecek yer bulabilsin. Hâlbuki beyin büyümeden kafatasının esnekleşmesi canlıya bir avantaj sağlamaz, tam tersine kafatasını büyütebilmek için kafatasına baskı yapan –çeneyi güçlendiren kaslar gibi- bazı kasları feda etmesi gerekir. Hâlbuki henüz beyin büyümemişken kafatasını birçok fedakârlıkla büyütmek boşu boşuna birçok şey kaybetmek ve doğal seçilimde dezavantajlı duruma düşmek demektir. Yani içinde büyüyebilecek bir beyin yokken kafatasını büyüyebilecek hâle getirmek canlıya doğal seçilim açısından dezavantaj sağlar. İlk önce kafatasını büyüyebilecek hâle getirip sonra beyini büyütmek doğal seçilime aykırıdır. Kafatasını büyütmeden beyni büyütmek ise kişinin beyninin patlamasına yol açacağına göre (bu olayın yaşandığı hastalıklar mevcuttur) beynin büyümesini evrimle açıklanamaz. Bu mantığı birçok organa uygularsak Allah’ın her şeyi yerli yerinde yarattığı bir sistemde değişiklik yapmanın ne kadar zor olduğunu görürüz.

Evrimciler insanın evrimi senaryosunda insanların dik yürümeye başlamasını da çok önemli görür. Öncelikle söyleyelim ki bulunan en eski el aletleri 2.6 milyon öncesine dayanıyor, fakat fosiller bize gösteriyor ki 4 milyon yıl önce bile dik şekilde yürüyen maymunumsu canlılar vardı.[2] Yani insanın dik yürümesi alet kullanabilmesini sağladı diye bir teori ortaya atmak, hatta dik yürümeyi beynin büyümesiyle ilişkilendirmek mümkün değildir. Peki, gerçekten iki ayak üzerinde yürümeye geçiş anlattıkları kadar kolay mıdır? Vücudun büyük kısmı yürümede rol aldığından bir canlının yürüme şeklinin değişmesi hemen hemen bütün vücudunun değişmesiyle mümkün olur. Bir canlının dik yürüyebilmesi için en azından hem dik yürümeye uygun bir iskelete, hem dik yürümeye uygun kas sistemine, hem de yürürken dengeyi sağlamak için üstün bir denge mekanizmasına sahip olmalıdır ki dengede başta beyin olmak üzere birçok organ görev alır. Eğer canlıda bu üçünden birisi bile yoksa dik yürümek o canlı için bir işkence olur. O devirde yaşayan bir canlının iki ayak üzerinde yürümeyi sağlayan özelliklerden birini mutasyon sonucu edindiğini varsayalım. Bu canlı ne doğru düzgün iki ayak üzerinde durabilir, ne de popülasyondaki diğer bireyler kadar iyi bir şekilde dört ayak üzerinde yürüyebilir. Yani bu mutasyon ona kesinlikle bir yarar sağlamaz, tam aksine ona her hareketinde dezavantaj getirir. Şimdiki insanların belirli bir zaman sonra dört ayak üzerinde yürümeye başlaması mümkün müdür? İsterseniz şimdi bu şekilde yürümeyi deneyin. Bu şekilde en yavaş hızda yürüseniz bile bir dakikadan sonra yere yığılırsınız. Çünkü hem elleriniz denge kuracak kadar büyük değildir, hem kollarınız ve omuzlarınız sizi taşıyacak kadar güçlü değildir, hem iskeletiniz buna uygun değildir (çok kısa sürede belinizin ve bilek kemiklerinizin ağrıdığını hissedersiniz), hem elleriniz yere basınç uyguladığında yumuşak ve narin olduğundan çok hasar görür vb… Peki sorumuzu tekrar soralım: Şimdiki insanların belirli bir zaman sonra dört ayak üzerinde yürümeye başlaması mümkün müdür? Hayır, çünkü vücudumuz tamamen dik yürümek için tasarlanmıştır. Maymunlar da dik yürüdüklerinde bizim dört ayak üzerinde yürürken çektiğimiz acıların benzerlerini yaşamaktadır. Bugün insanların dört ayak üzerinde ya da başka bir şekilde yürümeye başlamaları –habitatı değişse bile- ne kadar imkânsız ise, insanın atası olduğu iddia edilen canlıların da iki ayak üzerinde yürümeye başlamaları o kadar imkânsızdır.

Eğer evrim teorisi doğru olsaydı bütün canlılarda çok sayıda işe yaramayan körelmiş organ olurdu, çünkü yeni çevre şartları ve bedensel fonksiyonlar önceden var olan bazı organ ve özellikleri gereksiz veya önemsiz kılardı. Bu gereksiz kılınan organ veya özelliklerin yok olması için de evrimsel bir sebep olmadığından –bu organın var olmasının canlıya kayda değer bir zarar vermediğini farz ediyoruz- çok uzun süre canlılarda bulunmaları beklenirdi. Ne var ki canlıların hepsinin yaratılışı mükemmeldir ve hepsi ilk günden bulundukları çevre için yaratılmış gibilerdir. Evrimcilerin apendiks gibi bazı organları körelmiş organ olarak sunduğu malumdur, lâkin her geçen gün bu organların yeni fayda ve fonksiyonları keşfedilmektedir. Bundan dolayıdır ki evrimcilerin körelmiş organ listesi günden güne azalmaktadır. Eğer biz evrimcilerin iddia ettiği gibi on bin yıl öncesine kadar tabiat içinde hayvanlarla benzer koşullar altında yaşayan canlılar olsaydık büyük ihtimalle şu an çok daha güçlü ve dayanıklı canlılar olurduk. İnsan belki de tabiattaki en zayıf canlıdır. Hayvanlar en pis yemekleri yemelerine rağmen, en pis suları içmelerine rağmen kolay kolay hasta olmaz, lakin biz yemekten önce elimizi yıkamasak bile mikrop kapıp hasta olabiliriz. Biz eğer maymunumsu canlılardan gelmiş olsaydık onların güçlü sindirim sistemini günümüze kadar taşımış olurduk, günümüzdeki gibi zayıf ve dayanıksız olmazdık. Örneğin insanlar eskiden hayvanlar gibi çiğ etle beslenip sonradan eti pişirmeye öğrendilerse bugünkü insanların da çiğ eti sindirebiliyor olması gerekirdi, lakin bizim midemiz çiğ etteki bakterileri yok etmeye yetecek kadar haşin bir ortama sahip değil. Aynı zamanda dişlerimiz ve çenemiz çiğ et koparacak ve çiğneyecek kadar güçlü değil. Peki, evrim hakikatse neden çiğ eti güvenli şekilde sindirebilme özelliğimizi kaybettik? Bu özelliğe sahip olmak her daim bir avantaj değil mi? Et pişirmeyi öğrenmiş bile olsak çiğ etin zararlarından korunabilme gücümüz olsaydı bu bize özellikle zor durumlarda avantajdan başka bir şey getirmezdi. Görüldüğü gibi insan tabiatın zorlu koşulları için yaratılmış bir canlı gibi değil, medeni koşullar için yaratılmış bir canlıdır. Eğer evrim hakikat olsaydı vücudumuzda avcılık-toplayıcılık döneminden kalma pek çok miras olurdu; lâkin çiğ et koparabilme, çiğneyebilme ve güvenlice sindirebilme mirasına bile sahip değiliz.

Evrime inanmamak evrim teorisinin iddia ettiği her şeyi reddetmek değildir, tabi ki her şeyin içinde olduğu gibi evrim teorisinde de hakikatler vardır. Popülasyonlarda uzun vadede bilhassa mevcut özelliklerin görülme sıklığı açısından ufak değişiklikler olması muhtemeldir, ve doğal seçilim bu farklılaşmada itici güç olabilir. İnsan popülasyonunda da mevcut özelliklerin niteliği, niceliği ve dağılımı açısından istikbalde ufak değişiklikler yaşaması imkân dâhilindedir, ancak insanların bir gün kanatlarının çıkmasını ve uçmasını kimse beklemez. İnsanların bir gün kanatlarının çıkması ve uçmaya başlaması ne kadar imkânsız ve saçmaysa dinozorların da kuşlara dönüşmesi o kadar imkânsız ve saçmadır. Ne var ki ilki ancak bilim-kurgu filmlerin konu oluyor, ikincisi ise “bilim” adı altında üniversitelerde okutuluyor.

İnsanlar Konuşmayı Sonradan mı Öğrendi?

Evrimci tarih yazımı mağara devrindeki insanların hayvan gibi yaşayıp konuşma bilmediğini, dilin sonradan ve tesadüfen ortaya çıktığını savunuyor. Öncellikle şunu belirtelim ki ilk insanların konuşamadığına dair bilimsel hiçbir kanıt yoktur, bunu savunan evrimciler bunu evrimin kaçınılmaz bir aşaması olarak gördükleri için savunuyorlar. Hâlbuki insanların dil olmadan düşünebilmesi, anlaşabilmesi ve yaşayabilmesi imkânsızdır. İnsanlar kelimeler sayesinde düşünür, bu yüzden insanın düşünme yetisi konuştuğu dildeki kelimeler ile sınırlıdır. Dilde karşılığı olmayan bir olguyu tasavvur etmek bizim için neredeyse imkânsızdır. Hiçbir kelime bilmeyen ve birbiriyle iletişimi olmayan insanlar çocuk yapmayı nasıl bilecek? Çocuk yapmayı bilseler bile büyütmeyi nasıl bilecek? Bir kadın hamile kaldığında çocuğunun babasını nasıl saptayacaklar? Seks ile hamilelik arasındaki ilişkiyi nasıl kurabilecekler? Bütün bu hadiseleri düşünebilmek ve çıkarımlar yapabilmek için dil gereklidir, dolayısıyla dilin tarihi insanın tarihi kadar eski olmalıdır. Buna karşı şöyle diyebilirsiniz: Hayvanlar da konuşamadıkları hâlde yukarıda zikredilen her şeyi yapabiliyorlar, demek ki insanlar da yapabilir. Lâkin burada çok mühim bir unsur unutuluyor: hayvanlarda içgüdü vardır fakat insanlarda içgüdü yoktur. Hayvanlar yaptıkları her şeyi içgüdüyle yapar, düşünüp çıkarım yaparak değil. Örneğin bir arının peteği altıgen yapması matematik hesapları sonucu yapılan bir çıkarım değil, Allah’ın ona verdiği içgüdüdür. İçgüdü sahibi olmayan ve her daim öğretilmeye ve çıkarım yapmaya muhtaç olan insan dil olmadan ve düşünemeden var olamaz. Evrimcilerin dil ile insanı ayırması yanlış bir varsayımdır.

Kodlamayan DNA (Junk DNA)

Çok yakın bir zamana kadar insan DNA’sının 90%’dan fazlasının protein kodlamada görev almadığından gereksiz olduğuna inanılıyor ve DNA’nın bu bölümlerine “çöp DNA” deniliyordu. Hatta bunu DNA’nın kötü tasarlanmış olduğuna delil olarak gösteren evrimciler yaratılışçılara “çöp DNA” üzerinden yükleniyordu. Ne var ki Kodlamayan DNA için artık evrimciler bile “çöp DNA” tabirini kullanmamaktadır çünkü DNA’nın bu kısmının da birçok görevi keşfedilmiştir. Bu görevlerden belki de en önemlisi Kodlamayan DNA’ların Kodlayan genler için anahtar görevi üstlenmesidir: Kodlamayan DNA’lar protein sentezi yapan DNA’daki genlerin zamanı geldiğinde aktifleşmesini sağlar. DNA’nın farklı bölümlerinin birbirine bu denli bağımlı olması DNA’nın aşama aşama ve tesadüfen oluşamayacak kadar karmaşık olduğunu kanıtlar. Protein sentezi yapan DNA’lar aktive edilmek için anahtar görevi gören Kodlamayan DNA’lara muhtaçsa ilk önce bunların hangisi ortaya çıktı? Protein sentezleyen bir gen kendisinden mesul Kodlamayan DNA bölümü olmadan bir hiçtir çünkü kendisini aktive eden bir anahtarı yoktur, aktive edeceği gen yokken de Kodlamayan DNA bölümü bir hiçtir çünkü aktive edeceği bir protein sentezcisi yoktur. DNA’nın bu bölümlerinin ayrı ayrı ortaya çıktığında canlıya fayda sağlaması söz konusu olamaz, bundan dolayı DNA'daki değişimlerin aşama aşama meydana gelmesi imkânsızdır. DNA’nın bu karmaşık yapısı indirgenemez karmaşıklığa örnek teşkil ederek evrim teorisini büyük zora sokmaktadır.

Hücre Farklılaşması

Bir bina inşa ederken ilk önce mimarlar onun çizimini yaparlar, sonra inşaat mühendisleri bu çizime göre binayı mümkün olduğu kadar az masrafla ve fazla sağlamlıkla inşa ederler. Canlıların gelişimi de böyledir. DNA’mız işin mimarlık kısmıdır, bizim ne özelliklere sahip olacağımızın veya olabileceğimizin krokisini çizer. İşin inşaat mühendisliği kısmı ise döllenme sonucundaki zigot oluşumundan itibaren başlar. Bütün hücrelerimizde aynı DNA olmasına rağmen hücreler zamanla birbirinden farklılaşır; kimi hücre kas hücresi olur, kimi hücre sinir hücresi olur, kimi hücre deri hücresi, kimi hücre kemik hücresi olur… Hücrelerin aynı DNA’ya sahip olmalarına rağmen farklı özelliklere sahip hücrelere dönüşmeleri DNA’larında aktive edilen bölgelerin farklı olmasından ötürüdür. Anne karnındaki gelişim sürecini henüz tam anlamıyla anlayamamış olsak da hücrelerin birbiriyle iletişim kurarak dağılması, farklılaşması ve canlıyı oluşturması şüphesiz müthiş bir hadisedir. Bu gelişim sürecinde takip edilen sıra da son derece hayatidir. Örneğin gelişim döneminde ilk oluşan organ kalp, ilk oluşan sistem dolaşım sistemidir çünkü ileride oluşacak olan bütün hücreler kan yoluyla besin almak zorundadırlar. Eğer ilk başta kalp oluşmasaydı tıpkı temeli yapmadan binayı inşa etmeye çalışan bir inşaat mühendisinin durumu gibi sonuç hüsran olurdu, canlı yaşayamazdı. Evrim teorisi, işin mimarlık kısmına (DNA dizilimine) zayıf da olsa belirli cevaplar vermesine rağmen işin inşaat mühendisliği kısmına (canlının inşa sürecine) dair hiçbir cevap verememektedir. Ateistlerin tanrısı olan “tesadüf”, canlılarda yeni bir özellik yarattığında bu özelliğin nasıl inşa edileceğine de doğru şekilde karar vermek zorundadır.

Yakınsak Evrim

Evrimciler belirli canlı türlerinin birbirine benzer olmasını, canlı türlerinin benzerlik ilişkisi üzerinden sınıflandırılabilmesini evrimin güçlü bir delili sayarlar. Belirli canlı türlerinin birbirine diğer canlı türlerinden daha fazla benzemesi o canlı türlerinin benzer yaşam koşullarına uygun tasarlanmasından ötürüdür. Örneğin bir arabanın farklı marka arabalara benzerliği farklı marka uçaklara olan benzerliğinden fazladır. Bu gerçek bütün arabaların birbirinden evrimleştiğine mi delildir? Tabi ki hayır. Arabaların birbirine benzemesinin sebebi hepsinin karada gitmeye uygun tasarlanmış olması, uçakların birbirine benzemesinin sebebi de hepsinin havada gitmeye uygun tasarlanmış olmasıdır. Tıpkı bunun gibi bazı canlıların birbirine diğerlerinden daha çok benzemesi evrime delil olamaz. “O bitkiden de, kendisinden üst üste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşil bitki, hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik; birbirine benzeyeni var, benzemeyeni var. (En’am 99)”

Evrimcilerin yaptığı canlı sınıflandırması (taksonomi) da pek çok açıdan evrim teorisiyle çelişmektedir. Pek çok canlı grubu evrime göre çok farklı kökenden gelmiş olmalarına rağmen birbirine çok benzemektedir. Mesela plasentalı ve keseli memeliler evrime göre 100 milyon yıldan uzun süredir ayrı olmalarına ve farklı canlı grubu sayılmalarına rağmen çok benzer özelliklere sahiptirler. Yarasalar memeli olmalarına rağmen kuşlarla pek çok ortak özellik barındırmaktadır. Balinalar ve yunuslar da memeli olmalarına rağmen balıklara benzer yapılara sahiptirler. Evrime göre omurgalıların kafadan bacaklılardan 500 milyon yıldan fazla süre önce ayrılmış olmasına ve bu iki canlı grubunun gözlerinin birbirinden tamamen bağımsız şekilde oluşmuş olmasına rağmen omurgalıların gözleriyle kafadan bacaklıların gözleri neredeyse birbirinin aynısıdır. Evrimciler bu tür durumları açıklamak için “yakınsak evrim” diye bir kavram ortaya atmak zorunda kalmışlardır. Şüphe yok ki canlıların sınıflandırılması evrimci varsayımlara göre yapılmıştır, pek çok canlı tayin olunduğu canlı grubundan beklenmedik özelliklere sahiptir ve evrimcilerin uydurduğu akrabalık şeması bunları açıklamakta aciz kalmaktadır. Evrimcilerin çıkardığı evrim ağacına göre somon balığının insanla olan akrabalığı, köpek balığıyla olan akrabalığından daha fazladır. Aynı zamanda bu evrim ağacına göre timsahın serçeyle olan akrabalığı, iguana ile olan akrabalığından daha fazladır. Yani canlıların sınıflandırılmasının ortak akıldan ziyade evrimci ön yargılarla yapıldığı su götürmez bir hakikat.

Kâinattaki bütün canlıların birbirine benzemesi onların tek bir yaratıcı tarafından yaratıldığını kanıtlar. Bütün canlıların aynı hücre-doku-sistem yapısına sahip olması onların aynı sanatkâr tarafından yaratıldığını gösterir. Evrim teorisi bütün canlıların aynı kökten geldiğini iddia eder. Bu doğru bir iddiadır, ancak bu ortak kök Allah’tan başka bir şey değildir. Canlı veya cansız bütün yaratılmışların kökeni Allah’tır. Farklı canlı türleri arasındaki bütün benzerlikler tevhidin birer mührüdür, bütün bu benzerlikler “bizim yaratıcımız bir” diye haykırmaktadır.

Zorunlu Mutualizm

Tabiatta bazı canlı türleri arasında iki canlının da fayda gördüğü beraberlikler vardır. Örneğin insanların bağırsaklarında bulunan iyi bakteriler insan için B ve K vitaminlerini sentezlerler, insanlar da onlara yaşamalarına uygun bir alan sağlamış olurlar. Bu ilişkilerin bir de ileri boyutta olanları vardır ki bunlara zorunlu mutualizm denir. Zorunlu mutualizmde iki farklı türün hayatları birbirine o kadar bağımlı hâle gelmiştir ki türler birbirlerinden ayrı olarak yaşayamazlar. Buna verilen en güzel örneklerden birisi incir ile incir arısı arasındaki ilişkidir. İncir, bir meyveden ziyade içe dönük çiçekler taşıyan bir kaptır. Bu çiçekler içe dönük ve dışarıyla kapalı olduklarından rüzgâr ve böcek yoluyla polenlerini dişi çiçeklere ulaştırmaları, dolayısıyla onları döllemeleri pek zordur. Burada imdatlarına incir arısı denen, incirin deliğinden geçebilecek kadar küçük olan (bu delik o kadar küçüktür ki incir arısı bile içeri girerken kanatlarını kaybeder) bir canlı türü yetişir. İncir arısı erkek incire girerse içerideki erkek organlara kendi yumurtalarını bırakır. Bu yumurtalardan önce erkek incir arıları çıkar ve erkek arılar dişi arıları döller. Erkek arılar incirden dışarı çıkabilmek için tünel kazmaya çalışırlar ama bu işi tamamlayamadan ölürler. Sonra dişi incir arıları yumurtalarından çıkar ve üremeye hazır hale gelmiş erkek incirin polenlerini alıp daha önce erkek arıların kazdığı tüneli kullanarak dışarı çıkarlar. Dişi arılar ya başka bir erkek incire girip aynı döngüyü devam ettirirler ya da dişi incire girip getirdikleri polenlerle incirin döllenmesini sağlarlar. Bu müthiş döngü ve ilişki hem incir arısının hem de incirlerin nesillerini devam ettirir, bu ilişki olmasaydı iki tür de var olmazdı.

Doğada görülen bu tip zorunlu mutualizm örnekleri evrimin kör sistemleri tarafından açıklanamayacak kadar karmaşık ve muhteşemdir. Evrim sürecinde canlıların birbirlerinden ve gelecekten bihaber oldukları düşünülürse hayatlarını tamamen birbirlerine dayandıracak şekilde evrimleşmelerinin imkânsız olduğu görülür. Mesela yukarıda verdiğimiz örnekte incir ağacı çiçekleri içe dönük şekilde evrimleşirken bir gün incir arısı diye bir türün çıkıp ona yardımcı olacağını düşünerek mi evrimleşti? Tabi ki hayır. Bu tür ilişkilerin evrim yoluyla oluşması en iyi ihtimalle bile çok uzun sürmeli. Bu uzun süreçte de aralarındaki ilişki pek kârlı ve faydalı değilken canlıların birbirleriyle yaşayacak derecede bağımlı olmaları, hatta milyonlarca yıl hiç ayrılmayarak aralarındaki mutualist ilişkiyi terakki ettirmeleri gerçekçi değildir. Bahsettiğimiz ilişki o kadar hassastır ki yumurtalardan ilk dişi arılar çıkacak olsa sistem çöker çünkü bu arılar döllenmemiş bir şekilde inciri terk etmiş olurlar. Eğer erkek arılarda inciri kazma içgüdüsü olmasa sistem çöker çünkü dişi arılar incirin içine hapsolur. Birbirinden bağımsız evrimleşen birden fazla canlı türünün bir araya gelip işbirliği yapması ve bu işbirliğini hayatî ehemmiyet taşıyacak şekilde terakki ettirmeleri kör ve tesadüfi bir evrim süreciyle açıklanamaz.

 

Eşeyli Üreme ve Evrim

Evrimcilerin en büyük kâbuslarından birisi de eşeyli üremedir. Eşeysiz üreyen canlılar tek sıra DNA’ya (haploid) sahipken eşeyli ürümede canlılar biri anneden diğeri babadan gelen iki sıra DNA’ya sahiptirler (diploid). Eşeyli üreme evrimciler için başlı başına bir kâbustur çünkü iki cinsiyetin de üreme fonksiyonlarındaki değişikliklerin ayrı ayrı ancak birbiriyle uyumlu şekilde olmasını zorunlu kılar. Tabiatta farklı eşeyli üreme şekilleri vardır; kimi canlılarda döllenme vücut dışında olur ve embriyo vücut dışında gelişir, kimi canlılarda döllenme vücut içinde olur ama embriyonun gelişmesi dışarıda devam eder, plasentalı memelilerde ise hem döllenme hem de gelişme dişinin vücudunun içinde gerçekleşir.

Üreme tipinde meydana gelen radikal değişiklikler diğer cinsiyetten bağımsız meydana gelemez, örneğin dışarıda döllenme gerçekleştiren bir canlının içeride döllenme gerçekleştirecek şekilde evrimleşmesi için hem erkeğin hem de dişinin aynı anda yeni döllenme biçimine uygun yapılara sahip olması lazımdır. Bu özelliği bir cinsiyet diğerinden bir nesil sonra bile elde edemez çünkü tek bir nesilde bile üreme gerçekleşemese türün nesli tükenir. Bu tip değişikliklerin iki farklı cinsiyette (veya cinsel organda) ayrı ayrı ama tam olarak aynı anda gerçekleşmesi matematiksel olarak imkânsızdır. Bundan daha da büyük problem kendi türüne ait üreme hücrelerini tanıma meselesidir. Yumurtalar spermlerdeki proteinleri tanıdıkları için sadece kendi türünden bir spermin döllemesine izin verir, örneğin bir insan yumurtası bir maymun sperminin yumurtaya girip döllemesine izin vermez. Bütün türlerin spermlerinin kendilerine has proteinleri vardır ki karşı cinsin yumurtası tarafından tanınabilsinler. Hatta çoğu türde yumurta salgılarıyla kendi türünün spermlerini kendine doğru çeker, böyle olmasaydı spermlerin kendi türüne ait yumurtayı bulması bir hayli zor olurdu. Eğer eşeyli üreyen bütün canlılar tek bir kökten evrimleştiyse bu proteinlerin farklılaşması nasıl oldu? Spermdeki proteinlerin farklılaşmasıyla yumurtanın kendi proteinlerini spermin yeni proteinlerini tanıyacak şekilde evrimleştirmeleri aynı anda olmalıdır ki bu da matematiksel olarak mucizedir. Bahsettiğimiz şeyin gerçekleşmesi bir gün anahtarımızın düşüp yamulmasına, aynı anda tesadüfen kilidin de aynı şekilde yamulmuş olmasına ve anahtarın yeni haliyle süper şekilde uyuşmasına benzer, yani imkânsız bir olasılıktır. Bu olay eşeyli üreyen her tür için meydana gelmelidir ki bu eşeyli üreyen tür sayısı kadar mucizenin üst üste gelmesi demektir. Buna benzer bir tanıma sistemi bitkilerde polenler ve dişi organlar arasında da vardır, yani evrim teorisi bitkiler karşısında bile küçük düşmektedir. Ayrıca malumdur ki yumurtanın dışındaki hyalüronik asidi parçalamak için sperm kendi özel enzimlerini kullanır ve böylece yumurta içine girebilir. Bu asit-enzim ilişkisinin ortaya çıkması da hem yumurtada hem spermlerde aynı anda olmalıdır, yani bunun tesadüf olması da mucizedir. Bu yüzdendir ki eşeyli üreme konusu başlı başına evrim teorisini yerle bir etmeye yeter de artar bile.

Şimdi gelelim eşeyli üremenin ilk olarak nasıl başladığı sorusuna. İlk eşeyli üremenin son derece ilkel olduğunu farz edelim. Olabilecek en muhtemel senaryo bir gün iki tek hücreli haploid canlının çarpışarak tek bir hücre olmaları ve DNA’larını birleştirmeleridir. Bu yeni oluşan hücre mayoz bölünmeyi bilmediği için tekrar eski haline dönemez, yani tekrar haploid olamaz. Diyelim ki müthiş bir tesadüfle bu hücre veya bu hücrenin nesli mayoz bölünmeyi öğrendi. Mayozdan sonra yeni oluşan haploid hücreler daha DNA’larını birleştirmeden önceki tek hücreli canlılardan farksız olur. Oluşan bu yeni hücreler neden gidip yeniden başka hücreyle birleşme ihtiyacı hissetsin? Olay en iyi ihtimalle yine en baştaki vaziyetine döner. Diyelim ki bu hücre çok zeki bir hücre ve diploid olarak yaşamak için her daim başka hücrelerle birleşmeye karar verdi. Eşeyli üremenin doğal seçilimi kazanması imkânsızdır çünkü eşeysiz üreme çok daha basit ve hızlıdır. Eşeyli üremede canlı genetiğinin sadece yarısını yeni hücreye aktarırken eşeysiz üremede genetiğinin tamamını yeni hücreye aktarır, bu yüzden evrime göre en büyük amacı genini gelecek nesillere aktarmak olan canlılar için eşeyli üreme çok verimsiz ve meşakkatlidir. Eşeysiz üremede bir canlı bir çocuk oluştururken eşeylide iki canlı bir çocuk oluşturur, yani eşeysiz üreyen canlı popülasyonu eşeyli üreyen benzer bir popülasyona göre en az iki kat daha hızlı artar. Bu yüzden eğer eşeyli üreme eğer tesadüfen ortaya çıksa bile kısa sürede doğal seçilimde elenip yok olur. Eşeyli üreme eğer faydalı olsaydı bakteriler gibi eşeysiz üreyen bütün canlılar bugüne kadar çoktan eşeyli üremeye geçmiş olurdu.

Doğal seçilimde başarılı olmak canlının genetiğini gelecek nesillere mümkün olduğu kadar fazla aktarabilmesine bağlıdır. Eğer eşeyli üreme ortaya çıkmış bile olsa zamanla erkek ve dişi diye iki ayrı birey yaratmazdı, çünkü eşeyli üreme dişi bireyler için çok verimsizdir. Dişi bireyler 100% kendi genlerinden oluşan bir çocuk yapacaklarına eşeyli üreme yüzünden genlerinin sadece 50%’sini taşıyan bir çocuk yaparlar, hâlbuki bu süreçte bütün yükü dişi çekmektedir. Erkekler ise hiç zahmet çekmeden sadece dişileri dölleyerek kendi genlerini gelecek nesillere aktarmış olurlar. Darwinizm’e göre anne ve baba bile birbirine doğal seçilim açısından rakiptir, annenin kendisinin rakibi olan babanın genlerini taşıyan bir çocuk yapması enayilik olur. Şu bir gerçektir ki eşeyli üreme dişi ve erkek arasındaki iş bölümünden dolayı bizim gibi karmaşık canlılarda fayda getirir, lâkin eşeyli üremenin başlangıcında henüz dişi ve erkek cinsiyetleri farklı görevlerde özelleşmiş olmadıkları için böyle bir faydanın mevcut olmadığını farz edebiliriz. Eğer evrim hakikat olsaydı dişilerin bu döngüye hiç girmemesi gerekirdi, hatta girdilerse bile sonradan bu döngüden çıkıp birbirlerini veya kendi kendilerini dölleyebilme yeteneği oluşturmaları gerekirdi. Bu yolla bütün erkek rakiplerini elemiş olurlar ve genlerini iki kat daha fazla aktarabilmiş olurlardı. Dişi bireylerin birbirini döllemesi genetik çeşitliliğe de zarar vermezdi, sonuçta her türlü iki farklı canlının DNA’sı birleşmiş oluyor. Gördüğümüz gibi eşeyli üremenin tesadüfen ortaya çıkması da imkânsız, doğal seçilime rağmen devam etmesi de imkânsız, günümüzdeki gibi birbirinden çok farklı iki ayrı cinsiyeti oluşturması da imkânsız.

Cinsel Çekim ve Evrim

Eşeyli üreyen canlılar üreme yaşına geldikten sonra karşı cinse ilgi duymaya başlarlar. Biz bunu kanıksamış bile olsak aslında bu çok büyük bir mucizedir. Zira yeryüzünde milyonlarca canlı türü varken geri kalan milyonlarca canlı türüne ilgi duymayıp da sadece kendi türüne ilgi duymak tamamen kör ve bilinçsiz bir sistemden beklenmeyen bir mükemmelliktir. Kendi canlı türünden de sadece karşı cinsiyetten olanına ilgi duymak ise bu mükemmelliğe yeni bir derece ekler. Bir adam yeryüzünde milyonlarca canlı türünden sadece insan türüne ait canlılardan çocuk yapabilir. İnsan türüne ait canlılardan da sadece kadınlar olanlarından çocuk yapabilir. Kör ve tesadüfi bir sistemde bu adamın çocuk yapabileceği doğru canlıyı bulması neredeyse imkânsız sayılabilecek kadar düşük bir ihtimaldir. Lâkin bu adamın sahip olduğu mekanizma ve hormonlar bu büyük karmaşada çocuk yapabileceği doğru canlıyı bulabilmesini ve sadece ona karşı cinsel istek beslemesini sağlar. Bu müthiş içgüdü çiftleşerek üreyen bütün canlılarda söz konusudur, böyle olmasa zaten üremek imkânsız olurdu.

Bu düzen evrim görüşünü de zora sokar, çünkü canlıların değişmesine bir engeldir. Kadınlar günümüzdeki erkeklerin fiziksel ve duygusal özelliklerini çekici bulur, erkekler günümüzdeki kadınların fiziksel ve duygusal özelliklerini çekici bulur. Bu cinsten herhangi birisinde meydana gelecek evrimsel değişim karşı cins tarafından çekici bulunmayacağı için üreme konusunda dezavantaja sebep olur, üreme konusundaki dezavantaj ise bu genin gelecek nesillere aktarılmasın zorlaştırır. Mesela farz edelim ki insanlar bin yıl sonra başka bir gezegende yaşayacak ve bu gezegende şimdiki nazik ellerimiz yerine pençelere sahip olmak daha avantajlı olacak. Yine farz edelim ki evrimcilerin iddia ettiği gibi öyle mutasyonlar gerçekleşti ki bazı insanların eli pençeli olmaya başladı. Bu özellik karşı cins tarafından kesinlikle çekici bulunmayacaktır çünkü insanlar biyolojik olarak yumuşak ve estetik elleri daha çekici bulur. Sonuç olarak pençeli ele sahip olan insanlar üremek için tercih edilmeyecektir ve genlerini gelecek nesillere aktaramayacaklardır, bu özellik pratikte avantajlı bile olsa cinsel tercihten dolayı evrime katkı sunamaz. Bütün canlılardaki cinsel çekim ve estetik algısı evrimsel değişime engeldir çünkü karşı cinste ortaya çıkan yeni ve farklı özelliklerin elenmesine sebep olur, bu da sözde evrim sürecini iyice zora sokar.

Şu muhakkak ki insanoğlunun güzelliği algılama ve takdir etme özelliği ancak Tanrı’nın ona bu özelliği bahşetmesi ile açıklanabilir, zira güzelliğin evrimsel açıdan hiçbir kıymeti yoktur. Bir insanın tabiattaki manzaralar, denizler, yıldızlar gibi güzel şeylere bakmaktan zevk duymasının, karşı cinsteki belirli özellikleri güzel bulmasının evrimsel hiçbir açıklaması yoktur çünkü güzellik ne sağlıklı olmakla ne de pragmatik fayda sağlamakla doğru orantılıdır; bir şey evrimsel bir fayda sağlamadan da güzel olabilir.

Evrim teorisinin insanların algılarını ve duygularını açıklayamadığı aşikardır. Başka canlı türlerinin yavrularını sevimli bulmamızın da evrimsel bir sebebi olamaz, hatta tam tersine başka canlıları sevimli bulmamız onlarla rekabet ettiğimiz bu dünyada bize bir zaaf yükleyebilir. Eğer evrim teorisi doğru olsaydı bir kedi yavrusuna baktığımız zaman onu sevimli bulup yardım etmek istemezdik, tam tersine doğal seçilim savaşında rakibimiz görüp öldürmek isterdik. O kedi yavrusunu öldürmemizi engelleyen bir duygumuz daha var: merhamet. Evrim teorisi merhamet duygusunu da açıklayamaz. Eğer evrim teorisi doğru olsaydı başka canlı türlerine merhamet duymak yerine onları yok etmeyi arzulamamız gerekirdi, zira merhamet duygusu doğal seçilim yarışında bizim için çok büyük bir zaaftır.

HAYAT MUCİZESİ

Ateistlerin açıklamakta en çok zorlandığı, genellikle de görmezden geldikleri konu “hayat”tır. “Allah, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. Ölümünden sonra yeryüzünü diriltir. Siz de (mezarlarınızdan) işte böyle çıkarılacaksınız. (Rum 19)” Allah, her saniye milyarlarca canlıyı öldürüp milyarlarca canlı yaratmaktadır. Bugün bilim adamları ise en basitinden bir canlı yaratabilmiş değillerdir. Bilim adamları ne zaman insan gibi karmaşık bir canlı yaratabilirse o zaman canlıların tabiat tarafından oluşturulduğunu iddia etmeye hakları olur. Bu yine de saçma bir iddiadan öteye geçemezdi, çünkü ancak akıl sahibi insanların yapabildiği bir şeyi bilinçsiz bir tabiatın yapması mümkün değildir.

Hepimiz bir zamanlar döllenmiş birer yumurtaydık. Sonra bu yumurta hızla büyümeye ve bölünmeye başladı. Sonra oluşan bu hücreler birbirleriyle anlaşarak farklı organlar oluşturdu. Bütün hücreler görevlerini ve nereye gitmeleri gerektiğini biliyordu. Bu hücreler bunu öyle bir ustalıkla yapıyorlar ki insanlar bu karmaşık sistemin nasıl işlediğini hâlâ anlamakta zorlanıyorlar. Şimdi sorularımızı soralım: Akılsız ve şuursuz bu hücreler bölünmeyi nereden biliyorlar, kim onlara bölünmeyi öğretti? Her bir organel yaptığı görevi nereden biliyor ve bu görevi niçin yapıyor (bildiğim kadarıyla görevlerini yapmayınca polis onlara ceza yazmıyor)? Akılsız ve şuursuz bu hücreler nasıl birbiriyle anlaşıp (!) kendilerinden çok daha büyük ve karmaşık bir organizma meydana getiriyorlar? Bu hücreler bizden daha mı akıllı ki bizim yapamadığımız, hatta anlamakta bile zorlandığımız işleri yapabiliyorlar? Canlılar da de tıpkı cansız varlıklar gibi atomlardan oluşmuştur. Peki, canlıların madde yönünden cansızlarda hiçbir farkı olmadığına göre onları canlı yapan şey nedir? Şuursuz atomların birbirleriyle işbirliği yapmalarını sağlayan şey nedir? Hücrenin içindeki hareketler için maddesel veya fiziksel hiçbir sebep yoktur. Bir makinenin bütün parçalarını yerli yerinde bir araya koysak bile bu makinenin canlanmasını beklemeyiz, o hâlâ şuursuz bir madde yığınıdır. Peki, molekül yığınları bir araya gelince nasıl canlılaşıyor ve hücreleri oluşturuyor? Canlılarda var olup da cansızlarda var olmayan ne var ki canlılar cansızların yapamadıklarını yapabiliyor? Hepsinin cevabı çok basittir: Allah (c.c.).  “İnsan, bizim kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış bize apaçık bir düşman kesilmiştir. (Yasin 77)” Materyalistler Allah’ı inkâr ettikleri için bu mucizelerin hepsini tabiata havale ederler. Onlar Allah’ın sıfatlarını tabiata havale eder; onlara göre bütün atomlar bilinçlidir, bilgilidir, akıllıdır, görebilir, duyabilir... Böylece ateizm her atoma tanrı özellikleri yüklemiştir, ateizm sonsuz sayıda tanrıya inanan pagan bir dindir.

Tanrının müdahalesi olmadan en ufak bir molekül bile ne yapacağını bilemez. Eğer bir Tanrı varsa bu Tanrı mutlaka sonsuz ilme sahip olmalı ve kâinattaki istisnasız her şeyi bilip kontrol etmelidir. Eğer bu özelliklere sahip olmasaydı ona “Tanrı” diyemezdik çünkü Tanrı’da hiçbir acizlik var olamaz. Bundan dolayı Tanrı’nın evreni yaratıp onu başıboş bıraktığını ve onunla ilgilenmediğini iddia eden Deizm inancı da mantıksız bir inançtır.

BAZI MEŞHUR EVRİMCİ SORULARI VE CEVAPLAR

Yirmi Yaş Dişleri Evrime Delil Midir?

Yirmi yaş dişinin çıkarken yer bulamama sorunu özellikle son birkaç asırda ve bilhassa gelişmiş ülkelerde yaygın hâle gelmiştir. Bunun sebebi son birkaç asırda gelişmiş ülkelerde her türlü besinin pişirilmesi, kesilerek yenilmesi ve yumuşatılarak tüketilmesidir. Eskiden insanlar sert besinler tükettiklerinden hem çeneleri daha fazla gelişirdi, hem de bu besinleri çiğneyen dişleri sert besine ve yanındaki dişlere sürtündüğünden daha fazla aşınır ve hacimleri azalırdı. Dişlerin hacimlerinin azalması sonucu ortaya çıkan boşluk yirmi yaş dişleriyle çok rahat doldurulabilirdi. Modern toplumlarda yaşayan ve modern besinlerle beslenen insanlar ise sert şeyler çiğnemediklerinden çeneleri daha dar ve zayıf kalmıştır. Aynı zamanda dişleri bu tarz aşınmaya maruz kalmadığından daralıp yamulmamış ve bütün çeneyi kaplayacak şekilde yer işgal etmişlerdir. Sonuç olarak bazı insanlarda yirmi yaş dişleri çıkacak yer bulamamakta ve diğer dişleri rahatsız etmektedir. Zor ve ilkel şartlarda yaşayan insanlara bakarsanız dişlerinin seyrek ve yamuk olduğunu görürsünüz, bu insanlar genellikle yirmi yaş dişi ile ilgili sorun yaşamazlar. Modern toplumlardaki insanların dişleri ise doğal olmayacak kadar iri ve düzgündür çünkü bu insanlar dişlerini yeterince kullanmamışlardır. Yirmi yaş dişlerinin körelmiş organ olarak görülmesi günümüz şartlarının bir sonucudur, bir tasarım eksikliği değildir. İleride eğer bilim, insanları sadece haplarla besleyecek kadar gelişse bu mantıkla bütün dişlerin körelmiş organlar olduğu iddia edilirdi. İleride teknoloji çok gelişse ve insanlar en ufak mesafeye bile araba benzeri aygıtlarla ulaşsa bu mantıkla bacakların körelmiş organlar olduğu iddia edilirdi. İnsan vücudunu günümüz şartlarına göre değil, yaratılış amacına göre değerlendirmeliyiz.

Erkeklerde Meme Ucu Bulunması Evrime Delil Midir?

Gelişimin ilk dönemlerinde hem erkeklerin hem de kadınların meme ucu varken ergenlik sonrasında kadınlarda salgılanan hormonlarla birlikte memeler büyür ve süt üretebilecek duruma gelir. Meme uçları körelmiş organlar değildir çünkü erkekler eskiden süt verebiliyordu da sonradan bu özelliklerini kaybetmiş değiller. Bunu sadece fetüs gelişiminin bir kalıntısı olarak görmek icap eder. Meme uçları erkeklerde işlevsiz de değildir, birçok sinirin birleştiği hassas bir yer olduğundan erkeklerde cinsel uyarıcı özelliğe sahiptir.

Zürafaların Rekürren Larengeal (Recurrent Laryngeal) Sinirinin Gereğinden Uzun Olması Evrime Delil Midir?

Evrim ve Biyolojik Hakiketler
İnsanın Evrimi
Bazı Meşhur Evrimci Soruları ve Cevaplar
Evrim Neden Bu Kadar Çok Kabul Görüyor?
rekürren larengeal siniri

Bazı evrimciler zürafalarda rekürren larengeal sinirinin direkt olarak yan tarafa gitmek yerine neredeyse kalbe kadar gidip geri geldiğini, yani bunun Tanrı tarafından yapılabilecek akıllı bir tasarım olmadığını söylüyorlar. Bu sinir bütün memelilerde kalp üzerinden dolanır lakin zürafanın boynunun bir hayli uzun olması bu sinirin rotasını daha da garip gösteriyor. Bu sinirin aşağı kadar inmesinin bilinen bazı biyolojik işlevleri vardır. Örneğin kalbin bazı dokularını, yemek ve soluk borularındaki kasları sinir sistemine bağlar. Ayrıca göğüste meydana gelen hasarlar, hatta kanser gibi hastalıklar bu siniri rahatsız ettiğinden bize göğsümüzde sorun olduğunu bildirir, o bölgedeki problemlere erken teşhis koymamızı sağlar. Bu sinirin çizdiği dolambaçlı yolun asıl sebebi ise embriyonun gelişiminden kaynaklanan bir zorunluluktur. İnsan yapımı makineler sadece yapımları tamamlandığı zaman çalışır ve kullanım süreci boyunca değişmez. Canlılar ise döllenmiş yumurta olduklarından beri hayatlarına devam etmektedirler ve hayatları boyunca birçok farklı şekle girerler, bu yüzden canlıları değerlendirirken sadece bulundukları zamandaki vaziyetlerini değerlendirmek eksik bir değerlendirmedir. Henüz inşa hâlindeki bir duvarın iki tarafını birleştiren bir kablo bağladığımızı düşünün. İlk başta duvar küçük olduğundan kablo da kısadır. İlerleyen zamanlarda duvar inşa edildikçe ve genişledikçe kablonun duvarın etrafını dolaşması için uzatılması gerekir. Duvarın inşası bittiğinde ve duvar son derece genişlediğinde kablo da onun etrafını dolaşmak için ilk baştaki hâlinden bir hayli uzun olmalıdır. Zürafadaki ve diğer memelilerdeki durum da böyledir. Embriyonun büyüme biçimi nedeniyle boyun uzadıkça ve kalp aşağı indikçe rekürren larengeal siniri iki taraftan da çekildiğinden dolambaçlı bir yol izlemek zorunda kalmış, başlangıç noktasıyla bitiş noktası arasına başka organlar girmiştir. Bunun canlıya verdiği bir zarar yoktur çünkü zaten sinirlerde impuls neredeyse sonsuz hızda aktarılır, bu sinirin birazcık daha uzun olması impuls hızı karşısında ehemmiyetsizdir. Hem en iyi bağlantı en kısa bağlantıdır diye bir kaide yok, öyle olsaydı şu anda masamın etrafından dolaştırarak prize taktığım bilgisayar şarj kablomu direkt olarak masayı delerek takardım ki bunun çok saçma bir çözüm olduğu malumdur. Rekürren Larengeal sinirinde bir tasarım eksikliği söz konusu değildir. Hatta muhtemel ki istikbalde bu sinirin yeni fonksiyonları da keşfedilecektir, şu anda insanlığın sinir sistemi ile alakalı malumatı bir hayli sınırlıdır.

Yılanlarda Bacak Geni Olması Evrime Delil Midir?

Bugün birçok araştırma yılanlarda bacak geninin olduğunu, lakin bu genin işlevinin diğer mekanizmalar tarafından engellendiğinden yılanlarda bacak çıkmadığını gösteriyor. Peki, madem yılanlarda bacak yok, o zaman Allah neden onlara bacak geni verdi? Yılanlarda bacak geni olması onların eskiden bacaklara sahip olduğuna delil midir? Bunun cevabı çok ilginç bir şekilde Tevrat’ta ve İslam geleneğinde gizli. Şeytan, Hz. Âdem ve Havva’yı aldatmak için Cennet’e bir yılan vasıtasıyla (yılanın içine girerek) girmiştir ve yılan şeklinde onlarla konuşmuştur. Hz. Âdem yasak meyveyi yiyince de Allah yılana Tevrat’ta şöyle seslenmiştir: ”Bunun üzerine RAB Tanrı yılana, ‘Bu yaptığından ötürü bütün evcil ve yabanıl hayvanların en lanetlisi sen olacaksın’ dedi, ‘Karnının üzerinde sürünecek, Yaşamın boyunca toprak yiyeceksin.’ (Yaratılış 3:14)“ Yani yılanların bu hadiseden sonra bacaklarını kaybettiği, karınları üzerinde sürünerek hareket etmeye mecbur bırakıldığı bildiriliyor. Bu hikâyenin benzerine Kuran tefsirlerinde de çokça rastlanıyor. İki büyük İslam müfessiri Mücâhid ve Katâde (rahimehumallah) de bu konuda şunları söylemişlerdir:

“ Şeytan girmek istediği zaman, muhâfızlar onu Cennet'e sokmadılar. Bunun üzerine İblis, Adem babamız ve Havva validemiz ile konuşabilmek için kendisini Cennet'e kadar götürüp içerisine koymaları hususunda bütün yeryüzündeki hayvanların yanlarına geldi ve onlara teklifte bulundu. Ama hayvanların tamamı onun bu teklifine karşı çıktılar. İşte bunun üzerine o, yılanın yanına geldi ve ona:

- Eğer beni Cennet'e sokarsan, seni himâyeme alır, ademoğullarından korurum, dedi.

İblis'in bu sözleri üzerine yılan onu azı dişlerinden iki tanesinin arasına alarak Cennet'e soktu. Yılan, o zamana kadar, Allah'ın yarattığı en güzel hayvanlardan biri olup dört ayak üzerinde yürüyordu… İşte bu hadiseden sonra Allahu Teâla onu tüysüz, çıplak ve karnı üzerinde sürünerek yürüyen bir hayvan haline getirdi.”[3]

Görüldüğü gibi yılanın sonradan bacaklarını kaybetmesi hadisesi evrime değil, kutsal kitapların mucizevî Allah kelâmı olmalarına delildir. Hem bir mutasyon sonucu yılanların bacaklarını kaybetmesi evrimcilerin iddia ettikleri kadar kolay bir durum değildir, zira yılanlar sürünerek ilerlemek için henüz gerekli fizyolojiye sahip değilken bacaklarını kaybettiren bir mutasyona maruz kalmaları onlar için avantaj değil, dezavantajdır. Buna rağmen bacaklarını kaybedip bacak fonksiyonlarından mahrum kalan yılanlar nasıl da doğal seçimi kazandılar ve bacaklı hemcinslerini geride bıraktılar? Bu olsa olsa Allah’ın bilinçli bir müdahalesi sonucu olabilir, evrimin kör mekanizmalarıyla olamaz.

Balinaların Kalça Kemikleri Evrime Delil Midir?

Evrimciler balinanın kalça kemiklerini de eskiden bu canlıların arka bacaklara sahip olduğu tezine kanıt olarak sunarlar ve balinaların kalça kemiklerini körelmiş organ olarak kabul ederler. Hatta bu balina örneği evrimcilerin körelmiş organ iddialarının en meşhur misallerinden olagelmiştir. Yakın bir zamanda evrimcilerin bu iddiaları da büyük darbe aldı. Direk olarak iskelete bağlı olmayan bu kemiğin balinanın çiftleşme sırasında penisini daha hareket ettirmesini sağladığı ispatlandı.[4] Zira balina gibi büyük ve hantal bir canlının suyun içinde çiftleşebilmesi kolay değil. Bulunan istatistiksel verilere göre bu kemiği büyük olan balinalar genellikle daha fazla bireyle çiftleşiyor ve daha büyük cinsel organa sahip oluyor. Bunu ispatlayan evrimci makale şu itirafı yapıyor: “Bu kemikler popüler inancın aksine körelmiş organlar değiller. Bunların işlevi var ve bu işlev üreme.” Aynı evrimci makale üzerine mührünü basacağımız şu çıkarımla noktalanıyor: “Bir organın işlevini anlayamamış olmamız o organın işlevsiz olduğu anlamına gelmez, sadece hayal gücümüzün kısıtlılığını gösterir.”

EVRİM NEDEN BU KADAR ÇOK KABUL GÖRÜYOR?

Darwinizm’in her yönüyle “Deccal” isimli bir ahir zaman fitnesi olduğundan önceki yazımda bahsetmiştim. Şimdi de evrimin neden bu kadar çok kabul gördüğünü mantıksal açıdan ele alalım.

Öncelikle herhangi bir inancın/teorinin çok kabul görmesi onu daha mantıklı kılmaz. Eğer insan sadece aklını kullanarak karar veriyorsa –ki bu çoğu insan için çok zordur- bir inancın ne kadar kabul gördüğü onun için önemli olmamalıdır. Eğer bütün dünya şu an yazı yazdığım bilgisayarın tesadüfen oluştuğuna inansa bu onun saçmasapan bir iddia olduğu gerçeğini değiştirmez. İnsanların çoğu aptaldır. Tarihte hemen hemen her zaman kâfirlerin sayısı mü’minlerden fazla olmuştur, bu durum günümüzde de farklı değildir. “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler. (Sebe 28)” Mahşerde, “Çoğunluk inkâr ettiği için ben de inkâr ettim.” gibi bir bahaneyi Allah kabul etmez. Sanki cehennemde yeterince yer yokmuş da bunca kâfirden kendilerine yer kalmayacakmış gibi insanlar çoğunluğa uyarak kendilerini daha güvende hissediyor. Lâkin şüphe yok ki Allah istese bütün mahlûklara cehennemde azap etmeye kâdirdir. “Kâfirlere, cehennemde konaklayacak yer mi yok? (Ankebut 68)” Darwin teorisini ilk ortaya attığında dünyada teistler çoğunluk olduğundan kendisine güveni yoktu. “Bir tavuskuşunun tüylerini görmek, beni neredeyse hasta ediyor.” ve “Farklı uzaklıklara odaklanabilir olması, farklı ışık miktarlarını kabul edebiliyor olması, küresel ve kromatik bozulmaları düzeltebiliyor olması bakımından tüm hünerleriyle gözün doğal seçilimle oluşmuş olmasının üst derecede saçma gözüktüğünü özgürce itiraf etmekteyim.” sözleri Darwin’e aittir. Şimdi ise ateistler çoğunluk olduğundan teistlerin kendine güveni kalmadı. İnsanlar çoğunluğa uymayı tercih ettiğinden bugün ateizm sorgulanamaz bir konuma çıkmıştır, birisinin çıkıp “Kral Çıplak!” demesini beklemektedir.

Günümüzde pozitivist bir bilim anlayışı hâkimdir. Tanrı’nın varlığı ve yaratılış bilimsel yöntemlerle açıklanamadığından bilimsel çevreler tarafından doğuştan “kabul edilemez”dir. Normalde bir hipotez ortaya atılır, eğer bu hipotezin yanlış olduğu anlaşılırsa yenisi üretilir. Evrim teorisi ise farklı bir konumdadır çünkü pozitivist bilim adamlarına göre bu teorinin bir alternatifi yoktur, Bu yüzden evrim teorisi âdeta sorgulanması yasaklanan bir dogmaya dönüşmüştür. Hâlbuki her şeyin Tanrı tarafından yaratılmış olması da bir ihtimaldir; Tanrı’yı ve yaratılışı bilimden dışlamak bilime ön yargı yüklemektir. Geçmiş canlıların DNA dizilimini çıkarıp bunun iddia edilen evrimsel süreçle olan uygunluğunu test etmek çok zor olduğu için diyebiliriz ki evrim teorisi tamamen bir varsayımlar toplamından ibarettir, test edilebilir bir bilimsel teoriden ziyade henüz sadece felsefi bir görüştür.

Evrimciler, yaratılış görüşüne karşı çıkmak için yaratılışın bilimsel olmadığını ve yaratılışçıların bilimden ziyade dini duygulardan ilham aldığını iddia ederler. Bu suçlamanın içerdiği üç farklı iddia vardır: Yaratılış görüşü bilimsel değildir, yaratılış görüşü dini bir görüştür ve yaratılışçılar bilimden ziyade dini duygulardan ilham alır. Şimdi bu suçlamalardaki hataları kısaca özetleyelim. Öncelikle yaratılışın bilimsel olmaması onu daha az doğru yapmaz. Hakikat bilimsel olmak zorunda değildir, bilimle açıklanabilmek zorunda da değildir. Bilim; kendi başına bir hakikat değil, insanları hakikate ulaştıran araçlardan biridir. Bilimin de her insan icadı şey gibi belli sınırları vardır ve bilim kâinattaki pek çok soruya cevap veremez. Ahlakın kaynağı, doğrunun göreceliği, hayatın anlamı gibi pek çok soru nasıl bilimin yöntem sınırlarını aşıyor ve felsefenin/dinin alanına giriyorsa kâinatın ve canlıların kökeni ile ilgili sorular da bu şekilde değerlendirilip felsefenin/dinin ilgilenmesi gereken sorular olarak düşünülebilir. Zaten evrim teorisi ve çoklu evren teorisi gibi iddiaların artık bilimde kabul görmesi bilim adamlarının da çoğu zaman “test edilebilir” alanın dışına çıkmak zorunda kaldıklarının bir işaretidir. Yaratılış görüşünü sırf dinlerden gördüğü destek sebebiyle dini bir görüş olarak görmek de makul bir yaklaşım değildir; bu, fakirlere yardım etmek dinlerce öğütlendiği için fakirlere yardım eden herkesin dini bir motivasyonu olduğunu iddia etmek gibi saçma bir önermeye eşdeğerdir. Üçüncü iddiaya göre de yaratılışçı bilim adamları ilhamlarını dinden almaktadır. Bu iddia nispeten doğrudur. İnsanların dine olan bağlılıkları sadece rasyonel değil, aynı zamanda duygusaldır ve dine inanmak bir bilim adamına duygusal ön yargılar yükleyebilir. Ne var ki bu durum sadece dindar bilim adamlarına mahsus değildir, dinsiz bilim adamları da yaptıkları işlerde çoğu kez seküler/ateist duygularından etkilenirler. Seküler bir ortamda yetişmiş, seküler bir hayat görüşüyle donatılmış, din karşıtı ideolojilere ve aktivitelere sempati besleyen bir insanın bilim yaparken tamamen tarafsız olmasını beklemek hiç mi hiç gerçekçi değildir. İnsan hem aklı hem de duyguları ile hareket eder, hiçbir insan aklını duygularından tamamen soyutlamış bir biçimde kullanamaz. Kendisi dışında herkesi duygusallıkla suçlayan insanın vaziyeti, herkesin kendi okuduğu gazeteyi en tarafsız gazete zannetmesine benzer.

Aslında çoğu kişinin düşündüğünün aksine teistler ateistlere göre evrim teorisine daha tarafsız bir şekilde yaklaşabilir. Çünkü pozitivistlerin önünde tek bir ihtimal vardır: ya evrim ya evrim. Onlar için yaratılış bilimsel olmadığından ne olursa olsun kabul edilmesi mümkün değildir. Hâlbuki teistler Allah’ı inkâr etmedikleri sürece evrime inanmakla dinden çıkmayacakları için onlar için iki seçenek vardır: ya yaratılış, ya da Allah’ın yönlendirdiği bir evrim. Bu açıdan baktığımızda teistlerin önünde birden fazla alternatif olduğundan daha tarafsız bir sonuca ulaşabilirler. İnsan denen mahlûk istediği takdirde kendisini her şeye inandırabilir. Bir insan Dünya’nın düz olduğuna inanmak istese ve kendini buna inanmaya şartlasa bunun için bile kendince mantıklı birçok delil üretebilir, bunun aksini ispatlayan her şeye gözünü kapatır ve kendisini dünyanın en akıllı insanı sanır. Bugün de evrimcilerin durumu çok farklı değildir. Bir insan Allah’a inanmak istemiyorsa Allah ona bizzat görünse bile inanmaz; çünkü gördüğü şeyin gerçekten Allah olduğunu, halüsinasyon veya illüzyon olmadığını nereden bilecek?

“Her şeyi Allah yarattıysa bugün bilim adamlarının neden çoğu ateist?” diye soran bir kişiye şu cevabı verelim: “Eğer evrim doğruysa bugün neden Türkiye’de insanların 81%’i evrime inanmıyor?” Verecekleri cevap hazır: “Çünkü Türkiye’de İslamcı bir hükümet var olduğundan insanlara evrim teorisi doğru düzgün öğretilmiyor ve evrime inananlar bir şekilde dışlanıyor.” Biz de şu cevabı verelim: “Bugün dünyanın büyük bir kısmında evrim teorisi okullarda zorunlu olarak okutuluyor, yaratılışın ise okutulması yasak. Bugün iyi üniversitelerin çoğunda yaratılışı savunmak dahi yasak. Sen böyle bir ortamda eğitimli insanların çoğunluğunun evrime inanmasını bir başarı olarak mı görüyorsun?” Bugün bir biyoloğun öğrendiklerinin yüzde yetmişi evrim ile ilgilidir, bu yüzden evrime inanmayan biyologlara doğal olarak az rastlanır. Bir okul müfredatının yüzde yetmişi ırkçılık üzerine olsa emin olun ki o okuldan ırkçı olarak mezun olmayan tek kişi kalmaz. Orta Çağ’da dini görüş hâkim olduğundan en dinsiz bir bilim adamı bile Tanrı’yı tamamen reddetmiyordu, çünkü onlara hep dini görüş öğretilmişti ve hiçbir şeyi din çerçevesi dışında düşünemiyorlardı. Şimdi ise evrimci görüş hâkim olup insanlara dayatıldığından en dindar bilim adamı bile bu pozitivist zihniyetten bağımsız olarak düşünemiyor, bugün dindar kişilerin bile bilinçaltında ateist-pozitivist görüşün önyargıları yer etmiş durumda.

[1] Cherry, Kendra. "How Many Neurons Are in the Brain?" Verywell. N.p., 11 Mar. 2016. Web. 03 July 2016.

[2] Tuttle, Russell Howard. “Theories of Bipedalism.” Encyclopædia Britannica, Encyclopædia Britannica, Inc., 22 Feb. 2018, www.britannica.com/science/human-evolution/Theories-of-bipedalism.

[3] Razi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’lGayb, C. II, ss. 413-415; Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kuran, C. I, s. 598;

[4] Thompson, Helen. “Promiscuous Whales Make Good Use of Their Pelvises.” Smithsonian.com, Smithsonian Institution, 8 Sept. 2014, www.smithsonianmag.com/science-nature/promiscuous-whales-make-good-use-pelvises-180952620/

bottom of page