top of page

İSLAM'IN ELEŞTİRİLEN KONULARI

Modern dünyada sürekli hedef tahtasına konulan ve en çok eleştirilen iki İslami konu Cihat ve Şeriattır. Sözde Müslüman bazı radikal örgütlerin terör eylemleri, özellikle bazı İslam ülkelerindeki aşırı uygulamalar ve tabi ki sürekli İslam düşmanlığını körükleyen Batı medyası yüzünden bu iki kavram çok yanlış yerlere çekilmektedir. Şimdi bu iki kavramı inceleyeceğiz.

CİHAT

         

20. yüzyıla damgasını vurmuş Komünizm akımının fikir babası Karl Marx bütün dinlere karşı büyük bir düşmanlık beslerdi. Ona göre dinler fakir insanları uyutmak için uydurulmuştu çünkü dinler dünyadaki adaletsizliğe karşı pasifliği öğütlerdi. Marx’a göre dinler insanlara ahireti vaat ederek fakir insanların bu dünyada hak sahibi olma mücadelelerini yanlış görür, kısaca fakirlere ahireti vaat ederek onları dünyadan vaz geçirir. Böylece zulüm altındaki insanlar bu dünyanın önemsizliğine inandırıldığı için otoriteye isyan etmezler, dinler zulüm altındaki fakir insanları uyutmuş olur. Hatta dünyadaki istisnasız her şeyi maddiyat ile ilişkilendiren Karl Marx aslında insanlarda dini duygu ve motivasyonlar olmadığını, dinin sadece zenginler tarafından maddi sömürü için kullanıldığı iddiasını ortaya atar. Bu yüzden Marx’ın Komünist sistemi dinleri tamamen yasaklar.

Karl Marx’ın bu görüşlerinin savunulacak hiçbir tarafı yoktur. Hiçbir dinin zenginlerin sömürüsünü kolaylaştırmak için ortaya çıkmadığı hemen hemen bütün peygamberlerin fakir ve mazlum insanlar olduğu gerçeği ile çok rahat kanıtlanabilir. Ayrıca insanların dine inanmalarının temel sebebi maddiyat değil maneviyattır, kendi ruhunu ve maneviyatını öldürmüş olan Karl Marx herkesi kendisi gibi zannettiği için böyle bir yanılgıya düşmüştür. Şimdi Marx’ın düşüncelerini eleştirmeyi başka zamana bırakıp Marx’ın dinleri neden pasifism ile suçladığına bakalım. Karl Marx Hristiyanlıktan başka bir din bilmediği için Hristiyan pasifizmini bütün dinlere mâl etmiştir. Hâlbuki İslam dini dünyayı düzeltmeyi bırakıp sadece ahirete çalışmayı emretmez, tam tersine dünyayı düzeltmek için verilen mücadelenin ahirette ödüllendirileceğini söyleyerek Müslümanları dünya için mücadele etmeye teşvik eder. İslam dini dünyadaki her türlü yanlışı düzeltmek için çabalamayı çok kutsal bir görev olarak görmüş ve buna Arapçada “mücadele” anlamına gelen “Cihat” adını vermiştir.  İslam peygamberi, dinlere zulme ve haksız sisteme boyun eğme ve güç sahibi kişilere karşı sessiz kalma iftirasını atan Marx’a cevabı “Cihadın en üstünü zalim sultana karşı doğruyu söylemektir.[1]” hadisiyle vermiştir. İslam’daki cihat kavramı Karl Marx’ın dinlere attığı iftiraları yerle bir etmektedir.

Cihat kelimesini bazı sahte âlimler nedense “kutsal savaş” olarak tercüme etse de kelimenin anlamının bununla uzaktan yakından alakası yoktur. Cihat yeryüzünde İslam’ı ve İslam’ın değerlerini (adalet, merhamet, hayâ, huzur, intizam…) dünyada yaymak için yapılan her türlü eyleme denir. Her ideolojiden insan kendi ideolojisini ve görüşlerini yaymak ve dünyaya hâkim kılmak için çalışır, yani bu sadece İslam’a özgü bir durum değildir. Her akıllı insanın uğruna yaşadığı ve savaştığı bazı değerler vardır, eğer yoksa zaten o insanın hayatının hayvanların hayatından bir farkı olmaz. Bir komünist Marxist değerleri yaymak için çalışırken sorun olmuyor, bir liberal liberal değerleri yaymak için çalışırken sorun olmuyor, bir milliyetçi milli değerleri yaymak için çalışırken sorun olmuyor ama bir Müslüman İslami değerleri yaymak için çalışınca buna “yobazlık” deniyor.

Mücadele anlamına gelen “cihat” kelimesinin silahlı mücadeleyi de kapsadığı doğrudur. Ancak silahlı mücadele İslam’ı yaymak için değil, İslam’ın yayılmasındaki ve yaşanmasındaki engelleri kaldırmak için yapılır. Kuran dinde zorlama olmadığını birçok ayette bildirmiştir: "Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. (Bakara 256)" Bir başka ayet de: “Artık kim doğru yola girerse yalnız kendisi için girer. Kim de doğru yoldan saparsa de ki: "Ben sadece uyarıcılardanım. (Neml 92)" Yine başka bir ayet: “Artık sen öğüt ver! Sen ancak bir öğüt vericisin. Sen, onlar üzerinde bir zorlayıcı değilsin. (Ğaşiye 21-22)” Silahlı cihat insanları Müslüman olmaya zorlamak için değil, insanların Müslüman olmalarını ve Müslümanca yaşamalarını engelleyen engelleri kaldırmak içindir. Demokrasi ve düşünce özgürlüğünün olmadığı Orta Çağ’da gayrimüslim ülkelerde Allah’ın mesajını tanıtmak ve anlatmak imkânsızdı, Müslümanlığı seçenlere de bu ülkelerde büyük zulümler yapılırdı. Bundan dolayı Müslümanların Orta Çağ’da bu tip ülkelere karşı silahlı mücadele vermekten başka bir çaresi yoktu. “Kendilerine savaş açılan kimselere savaş izni verildi; çünkü onlar zulme uğradılar. Şüphesiz Allah onları zafere ulaştırmaya gerçekten kadirdir. (Hacc 39)” Günümüzde ise bu ortam büyük oranda ortadan kalktığından savaş ve şiddet içeren eylemler de büyük oranda anlamsızlaşmıştır. Ayrıca Orta Çağ’da ekonomi çoğunlukla tarıma dayandığından toprak fethetme ekonomi için çok önemliydi, sanayi devriminden sonra ise savaşlar sadece kaynakların israf edildiği ve ekonomiyi zayıflatan olaylara dönüşmüştür. 21. yüzyılın savaş teknolojisini göz önüne aldığımızda bu devirde yapılacak savaşların ne kadar kötü sonuçlar vereceği tahmin dahi edilemez. Artık sürekli savaş çığırtkanlığı yapmak yerine farklı düşüncelere sahip olan insanların barış içinde yaşayabileceği güvenli ve huzurlu bir dünya yaratmak gereklidir.

İki insan bir konu hakkında sözlü münazara yapıyorken birisinin diğerine fiziksel şiddete başvurması neyin belirtisidir? O kişinin öne sürecek bir delili kalmadığından ve sözlü münazarada kaybettiğinden son çare olarak şiddete başvurduğunun belirtisidir. Bir ideolojiyi şiddet yoluyla insanlara dayatmak aslında o ideolojinin mantık yoluyla kabul ettirilemeyecek kadar mantıksız olduğunun bir itirafıdır.  Zaten bir ideolojiyi zorla kabul eden bir insan o ideolojiyi gönülden kabul etmiş olmaz, sadece etrafındakileri kandırmış olur. İslam’ı da insanlara zorla dayatmaya çalışmak, İslam’a İslam’ın aslında mantık yoluyla kabul edilemeyecek kadar mantıksız olduğu iftirasını atmak demektir. Bu yolda çabalayan terör örgütleri şüphesiz ki en büyük zararı İslam’ın kendisine vermektedir.

           

ŞERİAT

Şeriat denilen şey aslında İslam’ın kurallarından, emir ve yasaklarından başka bir şey değildir. Şeriatın öğütlediği düzen insan fıtratına (yaratılışına) en uygun düzendir. Şeriatın erkeğe biçtiği roller erkeğin fıtratına, kadına biçtiği roller kadının fıtratına en uygun rollerdir. Şeriat adaletin en iyi sağlandığı düzendir, bu yüzden şer’i hukukun hüküm sürdüğü yerlerde suç oranları daha düşük ve maddi eşitsizlik daha azdır. Bu adil düzen sayesinde tarihte hiçbir Müslüman devlette Batı’da olduğu gibi toplumsal sınıflar oluşmamıştır. Şeriat insanların hem bedensel hem de manevi ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılayabildikleri, aynı zamanda bunu yaparken başkalarının hukukuna tecavüz etmedikleri ve doyumsuz nefslerinin kölesi olmadıkları en âlâ düzendir.

Lâik düzenlerde kanun koyucu Allah değil, insandır. İnsanlar ise kanun koyarken sadece nefslerinin istediklerini temel alırlar, nefslerine hoş gelen şeyin topluma zararı var mı yok mu diye düşünmezler. Nefse uygun konan kanun kısa vadede kâr getirebilir ancak uzun vadede zararlıdır; zira kanunu koyan insanlar kendi hükümetlerinden sonrasını düşünmezler, tek düşündükleri o anda maksimum fayda elde etmektir. Örneğin hemen hemen bütün seçim vaatleri ekonomi için uzun vadede zararlı şeylerdir, ancak siyasetçiler bu vaatlerden sırf daha fazla oy almak uğruna vazgeçmezler. Beşerin koyduğu kanunlar kanun koyucu azınlığın çıkarları uğruna kanunun muhatabı olan çoğunluğun zararına yol açar. Bu yüzdendir ki kanun koyucu beşer değil, sonsuz adalet sahibi Allah olmalıdır.

Bir toplumda şeriat tamamen var ya da yok diyemeyiz. Her toplumun kuralları ve yaşam tarzları şeriat ile bir dereceye kadar uyum içerisindedir; hiçbir toplumun kuralları ve yaşam tarzı da şeriat ile tamamen uyum içerisinde olmamıştır. Mesela diyebiliriz ki Amerika’da 40% şeriat var, Rusya’da 50% şeriat var, Türkiye’de 70% şeriat var, İran’da 80% şeriat var. Sonuçta hemen hemen her toplumda cezalandırma derecesi farklı da olsa şeriatın yasakladığı cinayet, hırsızlık, tecavüz gibi eylemler yasaktır. Mesela ilimle uğraşmayı ve insanlara faydalı icatlar yapmayı şeriatın bir emri olarak görürsek –ki öyledir- bugün Amerika bu açıdan şeriata bütün Müslüman ülkelerden daha yakın diyebiliriz. Şeriatın uygulanışını sadece evet/hayır sorusuna indirgeyip 100% şeriata uygun yaşamayan bütün toplumları – ki 100% şeriata uygun yaşayan bir toplum tarih boyunca var olmamıştır – kâfir olarak gören radikal İslamcılar bu ümmete çok büyük bir zarar vermektedir. Biz Müslümanların yapması gereken şey toplumumuzun çoğunluğu Müslüman olsun veya olmasın toplumlarımızda meşru araçları kullanarak şeriatın savunduğu değerleri yaygınlaştırmaktır.

Şeriat ve Hilafet günümüzde bazı köktendinci kesimler tarafından takıntı hâline gelmiş iki kavramdır. Bu insanlar şeriat ve hilafet geldiğinde mucizevi bir şekilde Müslümanların bütün sorunlarının çözüleceğini, İslam’ın dünyaya hâkim olacağını zannetmektedirler. Hâlbuki Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde bile Müslümanların binlerce sorunu vardı. Bu hastalıklı düşüncenin en büyük sebebi sürekli geçmiş toplumları idealize ederek hayali bir tarih algısı yaratmaktır. Türkler Osmanlı toplumunu abarta abarta anlatır, Araplar Abbasileri kanatsız melekler gibi göstermeye çalışır, Selefiler sahabe ve tabiin dönemini kusursuz göstermeye çalışır. Hâlbuki sahabelerin bile Peygamberimizin ölümü sonrası uzun yıllar boyunca birbiri ile savaştığı bilinmektedir. Peygamberimizin dönemi ve dört halife dönemi de dâhil hiçbir dönemde İslam kusursuz bir şekilde yaşanmamıştır; malumdur ki peygamberimiz zamanında bile yüzlerce münafık vardı ve peygamberimiz münafıkların kim olduklarını bilmesine rağmen bu münafıklara zarar vermemiştir. Günümüz dünyasını kendi kafalarında yarattıkları hayali ideal İslam toplumu ile karşılaştıran bazı Müslümanlar günümüz toplumlarına nefretle bakıp radikal görüşler benimsemektedirler. Kafalarındaki ideal İslam toplumunu çağımızda değil de eski devirlerdeki toplumların abartılı şekilde anlatılan tarihlerinde bulan insanlar, İslam’ı geçmişe takılı kalmış ve günümüze hitap etmeyen bir din haline dönüştürmektedirler. Böyle hayali bir toplum peşinde koşan radikal İslamcı örgütler yönettikleri yerlerde en ufak sünneti yerine getirmeyi bile zorunlu kılmakta, hatta bu sünnetleri uygulamayanlara ağır cezalar vermektedir. Hâlbuki Peygamberin bile zorunlu kılmadığı sünnetleri zorunlu kılmak dinde aşırıya gitmek ve dini zorlaştırmaktır, bu uzun vadede insanların sıkılarak dinden soğumasına sebep olur. İslam’da aşırılığa kaçmanın ne kadar yanlış olduğunu özetleyen şu ayeti zikretmekte fayda var: “Ve böylece sizin dengeli ve ölçülü, orta yolu tutan bir toplum olmanızı istedik. (Bakara 143)”

Bir toplumun anayasasındaki teorik kanunlarından ziyade uygulamadaki hakikat dikkate alınmalıdır. Bugün Türkiye anayasasından lâiklik kaldırılıp İslam ibaresi eklense bu hakikatte neyi değiştirir? Bütün Türk halkı bir günde çok dindar mı olur? Hepimiz daha fazla mı namaz kılmaya başlarız? Hayır, Ahmed yine dünkü Ahmed, Mehmed yine dünkü Mehmed’tir, sadece soyut ve muhayyel bir anayasa ibaresi değişmiştir. Toplumları devrim yoluyla değil, evrim yoluyla değiştirmek icap eder. Bu değişim de devlet eliyle ve bir günde olmaz, insanların eliyle bir süreç içerisinde olur. Bir günde olan tepeden inme devrimlerin sonuçları malumdur.

Şunu da belirtmekte yarar var ki Şeriatla yönetilen toplumlarda da yine bazı zihniyetler tarafından abartıldığı gibi her şey dini kurallara ve din adamlarına göre yapılmaz. Bir binayı inşa eden mühendis bunu dini bilgisine göre yapmaz, mühendislik bilgisine göre yapar. Bir hastayı muayene eden doktor bunu dini bilgisine göre yapmaz, doktorluk bilgisine göre yapar. İslami kurallar bir devletteki bütün kanunların küçük bir kısmını oluşturmaktadır, kanunların çoğunluğu dinden bağımsız şekilde insanlar tarafından belirlenir (Mesela İslam şeriatı trafik kurallarının nasıl olacağına dair hiçbir şey söylemez, bu kuralları trafik konusunda uzmanlaşmış yetkililer belirler.) Yani her İslami toplum da aslında bir dereceye kadar lâiktir. Ünlü bir rivayete göre hurma ekicileri Peygamberimizden hurma ekimi ile ilgili bir öneri almıştır. Peygamberimizin önerisi yanlış çıkınca Peygamberimiz onlara: “Siz dünyanızın işini benden daha iyi bilirsiniz.[2]” demiştir. Yani Peygamberimiz bile Allah’ın hakkında vahiy indirmediği şeyleri bilemezdi, bu yüzden bu işleri işinin ehli olan insanlara bırakırdı. Bazı din adamlarının hiçbir şey bilmedikleri konularda ve Allah’ın kesin bir emrinin olmadığı konularda yorum yapmaları, kendilerini ilgilendirmeyen işlere müdahil olmaları kabul edilemez. Herkes uzmanı olduğu konularda söz sahibi olmazsa toplumda kargaşa olur ve yanlış adımlar atılır, bu yüzden tamamen din adamlarının elindeki bir sistem de kabul edilesi değildir. Zaten tarih boyunca Sunni Müslüman toplumlarda hiçbir zaman ruhban sınıfı olmamış, ulema sınıfı nispeten geri planda kalmıştır. İslamiyet dinden bağımsız olan kuralların nasıl belirleneceğine de karışmaz, bu kuralları belirlemek için demokrasi gibi modern sistemler kullanılabilir. 

 

Peki, İslam hükümleriyle yönetilen toplumlarda gayrimüslimlerin durumu ne olacak? Bu konu İslam düşmanlarının sıkça propaganda haline getirdiği bir konudur. İslam düşmanları tarihi de kendi çıkarlarına göre anlattıkları ve bu uydurma tarihi propaganda amaçlı kullandıkları için birçok insan İslam tarihinden de nefret eder hâle gelmiştir. İslam tarihi boyunca istisnasız bütün devletler (Abbasiler, Selçuklular, Endülüslüler, Memlükler, Babürlüler, Osmanlılar) önemli miktarda gayrimüslim nüfus barındırıyordu. Bugün Avrupalı milletler 3% Müslüman nüfuslarından bile sürekli şikâyet ederken Osmanlı’da gayrimüslim oranı 40% idi.  Hristiyan Batı tarihinde ise hemen hemen hiçbir şehirde Hristiyanların liderliğinde diğer dinlere hoşgörü ile bakılmamıştır. Osmanlı’nın Balkanları kaybetmesi sonrası Balkan Türklerine yapılan ve 3 milyona yakın insanın ölümüne ve sürgününe yol açan soykırımlar, Rusların Çerkezlere ve Kırım Tatarlarına yaptıkları soykırım, İspanya’da bütün Müslüman ve Yahudileri yok etme amacıyla yapılan İspanyol Engizisyonu (Hristiyanlar İspanya’daki Yahudileri katletmek isterken Osmanlı Devleti bu Yahudileri kurtarıp İstanbul’a yerleştirmiştir ve onlara bir nevi özerklik vermiştir), Haçlıların ele geçirdikleri her yerde insanları kadın, çocuk, yaşlı, Müslüman, Yahudi ayrımı yapmadan katletmesi, Amerikalıların Kızılderelilere yaptıkları soykırım ve 2. Dünya Savaşında işlenen vahşetler bunların bazı örnekleridir. Yani çeşitli ulusları, kültürleri ve inançları bir arada bulundurabilme becerisi tarih boyunca Batılılarda değil, Müslümanlarda var olmuştur. Bugün Batı toplumlarına göç eden insanlar birkaç nesil sonra tamamen asimile oluyorken Osmanlı’da farklı milletler altı asırdan fazla süre boyunca asimile olmadılar, kendi kimliklerini koruyabildiler. Tarih üzerinde yapılan bu manipülasyonları ifşa etmeyi başka zamana bırakarak konumuza geçelim.

İslam dini toplumun genel ahlakını etkilemeyen durumlarda gayrimüslimlerin inançlarına ve yaşam tarzlarına karışmaz, her inançtan insana kendi inancına göre yaşama ve yargılanma hakkı verir. Mesela Osmanlı’da Müslümanların içki içmesi yasakken gayrimüslimler içki içebiliyordu. İslam’da birçok cezanın amacı o eylemi tamamen yasaklamaktan ziyade o eylemin yaygın ve aleni hale gelmesini önlemektir. Mesela İslam’da zinanın cezalandırılması için olaya apaçık şahit olmuş dört şahit gereklidir; cinsel organları apaçık görecek derecede şahit olmak gerekir, şayet şahitler yorgan yüzünden cinsel organları göremese bile bu şahitlikten sayılmaz. Zinaya şahit olan kişi eğer toplam şahit sayısı dörde çıkmazsa iftira atmaktan ceza yer, bu yüzden kimse kolay kolay –olaya şahit bile olsa- birbirini zina ile suçlamaz. Bu şekilde dört tane şahit getirmek, zina eylemi sokak ortasında yapılmadığı sürece imkânsızdır. İslam gerçekçi bir dindir, zinanın tamamen yok olmasının imkânsız olduğunu bildiğinden zinanın aleni olarak yapılmasını önlemekle yetinir. İslam’daki birçok ceza da bunun gibidir, kötü eylemlerin yapılmasından çok yaygınlaşmasını yasaklar. Cahil insanlar sanıyor ki İslam’da hırsızlığın cezası el kesmek olduğundan komşunun bahçesinden erik çalanın bile eli kesilir. Ne var ki el kesme cezasının uygulanması için birçok şart aranır, mesela çalınan miktarın belli bir değerin üzerinde olması gerekir. Bu şartlardan biri bile karşılanmıyorsa ceza uygulanmaz.

Tabi ki liberal toplumlarda liberal normlar etkilidir, komünist toplumlarda komünist normlar etkilidir, Müslüman toplumlarda da İslami normlar etkilidir. Toplumun ahlakını bozacak durumlarda İslam’ın normlarına uymak gerekir. Zaten İslami toplumda yaşayan insanlar Müslüman olmasalar bile İslami normları bir dereceye kadar benimsemiş olurlar.  Örneğin bugün birçok Müslüman ülkede tuvaletlerde taharet musluğu bulunur ve bunun sebebi tuvalette su kullanmanın sünnet olmasıdır. Bu İslami bir uygulama olmasına rağmen Müslüman ülkelerde yaşayan ateistler de taharet musluğu kullanır, hatta gayrimüslim ülkelere gittiklerinde oralarda taharet musluğu olmamasının sıkıntısını en az Müslümanlar kadar çekerler. Tıpkı buna benzer şekilde hayâ ve namus gibi kavramlar İslami toplumlarda doğup büyümüş, İslami değerlerle yoğrulmuş gayrimüslimler tarafından da benimsenir. Müslüman ülkelerde yetiştiği halde dindar olmayan insanlar bile ahlaksızlıktan ve hayâsızlıktan rahatsız olmaya başlar. Böyle toplumlarda yetişmiş, böyle değer yargılarıyla büyümüş kadınlar ateist bile olsalar yarı çıplak şekilde sokağa çıkmaktan utanırlar. Bu yüzden “Şeriat herkesi kapanmaya zorluyor” algısı yanlıştır, doğru olan önerme “Şeriat kapanmanın doğru olarak görüldüğü toplum yaratıyor” önermesidir.

Şeriat ile yönetilen ülkelerde doğal olarak gayrimüslimlerin Müslümanlarla karşılaştırıldığında dezavantajları vardır. Bir devletin ideolojisini benimsemiş insanlar devletin ideolojisinden olmayan azınlık insanlara göre daima daha avantajlıdır, bu Müslüman devletlere has bir durum değildir. Bugün Batı toplumlarında da Müslümanların başkanlık gibi çok yüksek mevkilere gelmesi imkânsızdır, yasal olarak böyle bir yasak olmasa bile fiili olarak bu imkânsızdır çünkü Batı ülkelerinde Batı değerlerini benimsemiş insanlar sevilir ve söz sahibi olur. Batı toplumlarında yükselmek isteyen Müslümanlar ister istemez haram işlenen ortamlarda bulunurlar ve inançlarından birçok taviz vermek durumunda kalırlar. İnancını savunduğu durumlarda alnına pat diye yobaz, gerici, homofobik, cinsiyetçi gibi etiketler yapıştırılır. Müslümanlar toplumlarında İslami değerleri temel alınca diğer kültürleri geri plana atmakla eleştiriliyorlar; peki, Batılı ülkelerde İslam’ın yasakladığı birçok şey serbestken ve destekleniyorken İslam kültürü geri plana atılmış olmuyor mu?

 

İslam Neden Mürtetlere Yaşam Hakkı Vermez?

İslam hukukunda irtidatın (dinden dönmenin) cezasının ölüm olması günümüzde popüler olan inanç özgürlüğü kavramıyla çeliştiğinden ciddi tepki çekmektedir. İslam’a getirilen bu tarz eleştiriler, işin alt yapısını ve pratikteki uygulamasını tamamen görmezden gelerek yüzeysel şekilde değerlendirmenin birer sonucudur. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki bu tarz şer’i hükümler sadece şeriatla yönetilen ülkelerde uygulanır, yani bugün lâik bir ülke olan Türkiye’de bir insanı mürtet olduğu için öldürmek kabul edilemez. Şeriatla yönetilmeyen bir ülkede yaşayan bir Müslüman istediği gibi din değiştirebilir ve bundan dolayı ceza görmez.

İslam toplumlarında Müslümanların gayrimüslimlere nazaran hem maddi hem de manevi avantajları olduğundan (cizye vergisi ödememek, yüksek bürokratik mevkilere gelebilmek gibi…) daha önce bahsetmiştik. Eğer şeriatla yönetilen ülkelerde irtidatın hükmü ölüm olmasaydı pek çok gayrimüslim sırf Müslüman olmanın getirdiği maddi ve manevi avantajlardan faydalanmak için geçici süre Müslüman olurlar, menfaatleri bittiğinde ise eski inançlarına geri dönerlerdi. Mesela Müslümanlara mahsus bir mevkiye başvururken Müslüman olurlar, bu mevkide işleri bittiğinde ise tekrar eski inançlarına geri dönerlerdi. Veyahut acil paraya ihtiyaçları olduğunda sırf cizye vergisini ödememek için Müslüman olurlar, para ihtiyaçları geçtiğinde ise tekrar eski inançlarına geri dönerlerdi. Buna benzer manüpilasyonları Müslümanlar da sıkça yapardı. Mesela gayrimüslimler savaşa katılmakla mesul olmadığı için bir savaş çıkacağı zaman pek çok Müslüman geçici olarak gayrimüslim olur, böylece kendilerini savaşa katılmaktan muaf hâle getirirlerdi. Bütün bu misaller gösteriyor ki İslam’a girip çıkmak tek kelimeyle oyuncak haline gelmiş olurdu. Ayrıca İslam’ı terk eden bir insan, uzun süre Müslümanlar arasında kaldığı ve Müslümanlar hakkında çok şey bildiği için gayrimüslimlere Müslümanların sırlarını aktarabilir, yani Müslümanlar açısından bir nevi istihbarat zafiyeti doğurabilir. Pek çok gayrimüslim ajan sırf Müslümanların sırlarını öğrenebilmek için geçici olarak Müslüman olabilir. İslamiyet’i terk etmenin yasaklanması hem dinin menfaate bağlı bir oyuncak hâline gelmesini engeller, hem de ciddi bir istihbarat zaafını ortadan kaldırır.

Peki, İslam’ı samimi şekilde terk etmek isteyen, dünyevi menfaat ve ispiyonculuk gibi kötü niyetleri olmayan bir insana yazık değil mi? Sonuçta kimin İslam’ı samimi bir şekilde terk ettiğini, kimin kötü niyetle menfaat uğruna terk ettiğini bilemiyoruz, burada kurunun yanında yaş da yanıyor diye düşünebilirsiniz. İslam’ı gerçekten samimi sebeplerden dolayı terk etmek isteyen bir insana İslamiyet’in tanıdığı güzel bir hak var: münafık olma hakkı. Münafık, içi gayrimüslim olduğu hâlde dışarıdan Müslüman görünen insanlara denir ve bu tarz insanlar Hz. Peygamber dönemi de dâhil tarih boyunca bütün devirlerde var olmuşlardır. Hz. Muhammed (s.a.v)’in zamanında pek çok münafık vardı ve Hz. Peygamber bunların hepsini bizzat biliyordu, hatta ve hatta münafıkların kendisine suikast yapma niyeti olduğundan bile haberdar idi. Bütün bunlara rağmen Hz. Muhammed (s.av) hiçbir zaman münafıklara zarar vermemiş, onları kendi hallerine bırakmış ve onları diğer Müslümanlardan ayırmamıştır. İslamiyet, münafıklara yaşama hakkı tanır ve onları dünyevi meselelerde müminlerden ayırmaz. İslam’ı terk etmek isteyen bir Müslüman apaçık gayrimüslim olamasa bile münafık olarak hayatını sürdürebilir. Aslında bakarsak bu onun için de daha avantajlıdır, böylelikle İslam devletinde Müslüman olmanın avantajlarından faydalanmaya devam etmiş olur. Eğer apaçık şekilde gayrimüslim olsaydı cizye vergisi vermek zorunda kalacak ve Müslümanların sahip olduğu imtiyazlardan mahrum kalacaktı. Bu sebeptendir ki akıllı bir mürtet, eğer irtidatın cezası ölüm olmasaydı bile münafık olmayı kâfir olmaya tercih ederdi. Eğer ki mürtet bu durumla da tatmin olmuyor ve daha serbest şekilde yaşayabilmek istiyorsa başka bir ülkeye gidip yerleşmesi de ihtimaller arasındadır, istediği ülkeye yerleşip tamamen gayri-İslami bir hayat yaşamakta özgürdür. Mürtetlerin öldürülmesi pratikte çok az uygulanmış bir hükümdür, bütün Osmanlı tarihinde İslam’ı terk ettiği için öldürülen insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez.

HİLAFET

Son zamanlarda birtakım Müslümanlar arasında en çok duyduğumuz terimlerden biri de hilafettir. Birçok radikal örgüt sürekli hilafet peşinde koşup Müslümanların kurtuluşunu hilafette görmekte ve bu yolda komik sayılacak işler yapmaktadırlar. Onlara göre hilafet yokken Müslümanların yaşama hakkı bile yoktur ve hilafet var olduğunda Müslümanların bütün problemleri birden yok olacaktır. Bu zihniyetin saçmalığını göstermek ve bazı Müslümanlar arasındaki hilafet takıntısını yenmek elzem hâline gelmiştir.

İslam tarihi boyunca son yüzyıla kadar her dönemde tek bir tane güçlü İslam devleti vardı ve bu devlet bütün Sunni Müslümanları temsil ediyordu. Güçlü devlet sayısı ikiye çıktığında ise genelde her ikisi de ayrı ayrı halifelik ilan ediyor ve birbirlerinin hilafetini tanımıyorlardı, Abbasiler ve Endülüsler arasındaki ilişki aynen böyle olmuştu. Yine de önce Emevi ve Abbasi imparatorlukları, sonra da Osmanlı İmparatorluğu bu kurumu az çok başarılı şekilde temsil etmişlerdir. Burada göz önünde tutulması gereken şey bu imparatorlukların çağlarındaki tartışmasız en güçlü İslam devleti olmaları, İslam coğrafyasının büyük bölümüne hâkim olmaları ve Mekke, Medine, Kudüs gibi İslam’ın kutsal mekânlarına sahip olmalarıdır. Günümüzde ise bu şartlar kesinlikle mevcut değildir. Artık sadece birkaç Müslüman devlet yoktur, halkının çoğunluğu Müslüman olan devletlerin sayısı elliye ulaşmıştır. Bu elli devlet içinde de ekonomik, siyasi, askeri ve toplumsal olarak diğer hepsinden çok üstün bir devlet mevcut değildir. Bu yüzden hiçbir devletin diğer kırk dokuz devleti kontrol altında tutması ve bu kırk dokuz devleti koruyacak güce sahip olması söz konusu değildir. Ayrıca Müslümanlar arasındaki mezhepsel ve kültürel farklar aynı devlette yaşamaya imkân vermeyecek derecede derinleşmiştir. Günümüz şartlarını gerçekçi ve mantıklı bir şekilde değerlendirdiğimizde günümüzde hilafet kurumunun işlemesinin çok zor olduğunu kavrarız.

Halifelik 1924’te Mustafa Kemal tarafından kaldırıldı, daha doğrusu kaldırılmaya mecbur bırakıldı. Türkiye o zaman ekonomik olarak çok kötü durumdaydı, bütün Müslümanları himayesine alacak gücü yoktu. Dünyadaki Müslüman nüfusun sadece çok küçük bir kısmını hâkimiyeti altında bulunduruyordu. Ayrıca Mekke, Medine ve Kudüs gibi kutsal şehirlerin hiçbirine sahip değildi; hatta 1. Dünya Savaşı sırasında bu kutsal şehirlerdeki birçok Türkiye’ye karşı savaşmıştı. Bu durumdayken halifelik iddiasını zaten kimse ciddiye almazdı, almıyordu da. Eğer halifelik 1924’te kaldırılmasaydı büyük ihtimalle şimdi kimsenin ciddiye almadığı tamamen sembolik bir kurum olarak kalırdı. Aslında halifelik Mustafa Kemal tarafından yok edilmiş değildir; halifeliği yok eden yüzyıllarca yıllık geri kalmışlık, cehalet, milliyetçilik, mezhepçilik ve Garp fitneleridir ki burada asıl suçlanması gereken ümmetin ta kendisidir.

Peki, bazıları tarafından yokluğunda neredeyse nefes almanın bile haram olarak görüldüğü hilafet kurumu gerçekten Müslümanlar için o kadar önemli mi, Müslümanların bütün sorunlarını çözebilecek kadar mükemmel mi? Peygamberimizin halifeliği zorunlu kılan bir emri yoktur. Eğer halifelik o kadar faydalı olsaydı Emevi halifeler sahabe torunlarını katletmezlerdi, eğer halifelik o kadar faydalı olsaydı Abbasiler Moğollar karşısında yerle bir olmazlardı, eğer halifelik o kadar faydalı olsaydı Osmanlı hilafeti Batı’ya karşı acınası duruma düşmez ve ihtişamını kaybetmezdi. Kabul etmek gerekir ki hilafet Müslümanlar arasında görece daha güçlü bir birlik sağlayabilirdi, ancak birbirinden hoşlanmayan birçok farklı millete ve mezhebe bölünmüş bir ümmeti halife asla tamamen birleştiremezdi. Sürekli hilafet çığırtkanlığı yapan insanlar öncelikle mezhep ayrımcılığından vazgeçip birleştirici olmalıdır,  bugün Müslümanları birleştirecek şey hilafet değil hoşgörüdür. Ne var ki aslında hilafet takıntısı olan kişilerin çoğunluğunun ortak özelliği mezhepçi olmaları ve kendilerinden farklı olan herkesi sapık görmeleridir.

Hilafet günümüzde ittihattan ziyade tefrika getirir. Eğer bugün hilafet Türkiye’nin elinde olsaydı Suudi Arabistan çıkıp şunu derdi: “Biz hilafete daha layığız çünkü İslam’ın kutsal toprakları bizim sınırlarımız içerisinde.” Diğer bir yandan Endonezya çıkıp şunu derdi: “Biz hilafete daha layığız çünkü en çok Müslüman nüfusu barındıran ülke biziz.” Bu üç ülkeye de itiraz olarak Pakistan çıkıp şunu derdi: “Biz hilafete daha layığız çünkü nükleer silahlara sahip olan tek Müslüman devlet biziz.” Hiçbir ülke diğerinin üstünlüğünü kabul etmeyip ona tabi olmayacağı için bu anlaşmazlık belki de savaşa kadar giderdi. Sonuç olarak hilafet, ümmete birlik getireceğine ayrılık ve düşmanlık getirirdi. Ümmetin birliği bir ülkenin hilafet adı altında diğer ülkelere istediğini dayatmasıyla değil, Müslüman ülkelerin birbirlerini eşit görüp saygı göstermesiyle mümkün olur. Eğer Suudi Arabistan halife olduğunu iddia etseydi biz Türkiye’yi Suudi Arabistan kralının emrine tabi kılar mıydık? Tabi ki hayır. Peki biz bunu kabul etmiyorken neden Suudi Arabistanlı bir şahıs kendi ülkesinin Türkiye’ye tabi olmasını istesin? Neden bu konuda empati kurmayıp çifte standart uyguluyoruz? Eminim ki diğer Müslüman ülkelerin vatandaşları da kendi ülkelerinin bağımsızlığına düşkünler ve tamamen soyut bir kavram yüzünden başka bir ülkenin boyunduruğu altına girecek kadar enayi değiller.

[1] (Ebû Davud, Melahim 17; bk. Tirmizî, Fiten 13; Nesâî, Bey'at 37; İbn Mâce, Fiten 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 19, 61; IV, 314, 315; V, 251, 256. Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, X, 91; Beğavî, Şerhu's-sünne, X, 65-66)

[2] (Müslim, Fedail, 141)

Şuraya Git:

Cihat
Şeriat
Hilafet
bottom of page