top of page

BATI VE İSLAM MEDENİYETİ

Batı’nın ekonomik olarak gelişmesini ve diğer uygarlıkları geçmesini sağlayan etmenlerden biri iddia edildiği gibi ateizm veya lâiklik değil, dini serbestçe ve mantıklı biçimde yorumlama geleneğidir. Reform ile birlikte Protestanlık Avrupa’ya yeni bir dini şevk verdi, onları her şeyi İncil’in ışığında yeniden araştırmaya yönlendirdi. Bu yüzden Rönesans dönemindeki Batılı bilim adamlarının çoğu rahipti veya dindar Hristiyanlardı. Protestanlığı kabul eden İngiltere dünyanın en güçlü imparatorluğu oldu. İngiltere ateistleştikçe güç kaybetti ve onun yerini Avrupa’dan daha dindar olan ve yine Protestan olan ABD aldı. Son yıllarda Avrupa gibi dinsizleşen Amerika da güç kaybetmeye başladı ve Batı medeniyeti toplu olarak ciddi bir düşüşe geçti. Yani şunu söyleyebiliriz ki Batı’nın gelişmesinde dinin rolü büyüktür, Batı ne zaman ateizme geçiş yaptıysa (bu yaklaşık son yüz yılda oldu) o zaman düşüşe geçti ve eski enerjisini kaybetti. 2. Dünya Savaşı sonrası vatan millet sevgisi olmayan, dinsiz, maneviyatsız, amaçsız, hayvan gibi sürekli fiziksel arzularını takip eden bir Batı toplumu meydana geldi ve adım kadar eminim ki bu Batı medeniyeti yok olmaya mahkûmdur.

 

Bize küçüklüğümüzden beri dayatılan “modern” kavramı nedir? Sadece birkaç nesil öncesinde Amerika’da zenciler beyazların kullandığı tuvaleti bile kullanamıyordu, kadınların seçme-seçilme hakkı yoktu, alkol içmek yasaktı, evlilik dışında cinsellik yaşamak çok ayıp karşılanıyordu, eşcinsellik diye bir şey neredeyse yok gibiydi. Şimdi kötü ve gerici saydığımız bütün bu şeyler o zaman gayet modern olarak algılanıyordu. Toplumların iyi ve kötü saydıkları şeyler her nesilde değişiyorsa bunlara nasıl hakikat denebilir? Toplumun fikri her dönemde değişiyorsa günümüzdeki değerlerin gelecekte de makbul kalacağının garantisini kim verecek? Hiç şüphe yok ki 2100 yılındaki modernistler de bizim şimdi modern saydığımız çoğu şeyi kötü ve gerici olarak görecekler, yani günümüz modernistleri de aslında gelecekteki dünyanın gerici ideolojilerini savunuyorlar. Eğer 2. Dünya Savaşı’nı Almanya kazansaydı bugün faşizm en “modern” sistem olarak görülecek ve liberalizm gericilikle suçlanacaktı. Eğer soğuk savaşı Sovyetler Birliği kazansaydı bugün Komünizm en “modern” sistem olarak görülecek ve liberalizm gericilikle suçlanacaktı. Bütün bu ihtimaller gösteriyor ki günümüzdeki modern değerleri özel ve üstün kılan hiçbir şey yoktur, bunların böyle görülmesi sadece saf bir algıdan ve illüzyondan ibarettir.

Batı Uygarlığı Komünist devletler gibi dini kökünden yasaklamadı; ancak dini hem devletten hem de toplumdan ayıklayarak sadece Allah ile kul arasına hapsetti. Bu yaptıkları belki de Komünizmin yaptığından bile kötüydü çünkü dini insanların kafasına önemsiz, etkisiz ve daima geri planda olan bir kurum olarak yerleştirdiler. Din her alanda liberalizme teslim oldu; liberalizme teslim olmayanlara da aşağılayıcı bir sürü isim taktılar. Bu propagandadan sadece Batılılar değil, Doğulu toplumlar da ister istemez etkilendi.

Bugün sahip oldukları ekonomik güç ve medya gücü sayesinde sürekli saldıran taraf Batılılar, savunmada olan taraf ise Müslümanlardır. Batılılar Müslümanlara kendi değerlerini dayatıyorlar, İslam’ı Batılı değerlere göre yargılıyorlar. Hâlbuki olması gereken bunun tam tersidir: Müslümanlar Batılı değerlere sahip olmadıkları için eleştirileceğine Batılılar İslami değerlere sahip olmadıkları için eleştirilmelidir. Batılılar bize neden eşcinselliğe karşı olduğumuzu soracağına biz Batılılara neden eşcinsellik sapıklığını desteklediklerini sormalıyız. En iyi savunma hücumdur, Batılılar bunu bildiklerinden kendi toplumlarının sorgulanmaması için sürekli başka toplumlara saldırıyorlar. Diğer toplumlarsa bu saldırılara cevap vermekten Batı’yı eleştirme imkânı bulamıyor. İslam’ın zirvede olduğu Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Sultan Süleyman’ın Fransa’da ortaya çıkan ve kadın-erkek beraber edildiği için İslami değerlere aykırı olan bir dansı bir mektupla Fransa’da nasıl yasaklattığını biliyoruz. İşte o dönem İslam’ın Batıya göre yargılandığı değil, Batı’nın İslam’a göre yargılandığı dönemdi. Belki bugün Müslümanlarda Osmanlı’nın kudreti yok, dolayısıyla Batı’ya hesap soracak durumda değiller; ancak Müslümanların üzerlerindeki eziklik psikolojisini bir kenara atıp kendi medeniyetlerine sahip çıkmamaları için hiçbir neden yok.

                                                                   

Müslümanların kafasındaki anlamsız eziklik psikolojisini yazılarımın muhtelif yerlerinde eleştirmiştim. Batı medeniyeti iyice çığırından çıkmış durumda, hızla uçurumun doğru ilerliyorlar. Eğer Müslümanlar Batı’nın peşinden kör bir biçimde gitmeye devam ederlerse bu uçurumun Müslümanlara da mezar olması içten bile değil. Peki, biz neden kendimiz olamıyoruz da hep başkalarının kuyruğuna takılıyoruz? Çünkü bizim kendimize ait bir medeniyetimiz yok, dünyadaki elli tane Müslüman devletin hiçbiri özgün bir İslam medeniyetine sahip değil. Devlet kurmak kolaydır, ancak medeniyet kurmak zordur. DAEŞ bile devlet olduğunu iddia ediyordu ama medeniyetten fersah fersah uzaktılar.

Türkiye gibi ülkeler Batı uğruna kendi medeniyetinden vazgeçmiş durumda. Biz Türklerin kafasına Batılı olan her şeyin çağdaş olduğu, İslamiyet’e ve Türklüğe ait her şeyin ise gericilik olduğu algısı öyle bir kazınmış ki bunu çıkarabilene aşk olsun. Kendi tarihimize yıllarca nefretle baktırılmışız; ecdadımızın yediğine, giydiğine, yaşam biçimine düşmanlık yapar olmuşuz. Bu aşağılık kompleksi yüzünden 1926’da Türk müziğini yasaklamış, sadece Batı müziği talimine izin vermişiz. Bugün Türkiye’de ve diğer Müslüman beldelerde kendini lâik olarak tanımlayan kesim İslamiyet’e karşı Amazon kabileleri kadar yabancı ve bilgisiz. Kendini muhafazakâr olarak tanımlayanlar da sloganlardan öte bir şey önermiyor; 21. yüzyılda yaşamak yerine geçmişe takılıp kalmışlar, beş yüz yıl önceki hikâyelerle avunup duruyorlar. Memleketimiz Osmanlı’nın tarihini, alfabesini, edebiyatını bilmediği hâlde kendini Osmanlıcı diye tanıtan insanlarla dolu.

 

Arap ülkeleri dışarıdan daha muhafazakâr görünse bile bu ülkelerde medeniyet kurabilecek birikim yok, cepleri çok para görmüş ama zihniyetleri hâlâ bedevi zihniyeti. Vehhabilik/Selefilik’in getirdiği kaskatı, yüzeysel ve radikal İslam anlayışı bu Arap ülkelerinin medeniyet kurabilmesine büyük bir engel. Bugün Suudi Arabistanlı ulema arasında hâlâ Dünya’nın düz mü yuvarlak mı olduğu, Dünya’nın Güneş’in etrafında dönüp dönmediği tartışılıyor.

Medeniyetimizi kurarken başlıca kaynaklarımız Kuran, Sünnet, akıl ve tarihsel birikimimiz olmalı. Osmanlı’yı, Selçuklu’yu, Abbasileri, Endülüs’ü çok iyi öğrenmeliyiz; bu uygarlıklardaki bize ait olan şeyleri almalı ve onları geliştirmeliyiz. İslam bilimi nedir ve tarihte nasıl zirveye ulaşmıştır, Türk müziği nasıldır, asırlar boyunca farklı milletten ve dinden insanları nasıl bir arada tutabildik, hukuk sistemimiz eskiden nasıl işlerdi ve sorunları nelerdi, biz neden belirli alanlarda Batı’nın gerisinde kaldık… Bu tip soruların cevapları tarihimizde ve geçmiş medeniyetlerimizde gizlidir. Tabi ki de geçmişte var olanları şimdiye kopya etmemeliyiz, zamanımıza ve mekânımıza uygun hâle getirmeliyiz. Emin olun kendi tarihimizi öğrenmek bizi kör bir muhafazakârlıktan da kurtaracak, muhafazakârlık adı altında bize dayatılan zararlı putları kırmamızı sağlayacak. Bu süreçte Batı’dan da ziyadesiyle yararlanacağız, modern dünyayı oluşturmuş Batı birikimini tek bir kalemle bir kenara koymak olmaz. Ancak bu faydalanma merkeze Batı’yı koyarak değil, İslam medeniyetini koyarak olmalı. Medeniyet kurmak zor iş, özellikle Batı’dan kopyala yapıştır yapmaktan daha zahmetli. Ancak eğer biz kendimiz olamazsak, kendi medeniyetimizi kuramazsak gelecekte ne İslamiyet kalır ne de Türklük, İslamiyet ancak DAEŞ gibi marjinal örgütlerin elinde oyuncak olarak var olur. Günümüzdeki iletişim araçlarıyla birlikte asimilasyon çok kolay hâle geldi, artık topraklarımızı işgal etmek yerine zihinlerimizi işgal ediyorlar. Bu saatten sonra ya kendi ayaklarımız üzerinde duracağız ya da başkalarının gölgesi altında yaşamaya devam edeceğiz, seçim bize kalmış. Batılılaşmanın en cüzi miktarı bile yanlış ve gereksizdir. Mesela bir kanun çıkarırken bu kanunun ne gibi faydaları ve ne gibi zararları olacağı ilim ve akıl yoluyla ölçülüp biçilir, eğer faydaları ağır basıyorsa tercih edilir. Bu kanunun Batı’da olup olmamasının bu süreçte zerre önemi yoktur. Batılılaşmayı savunan insanlar düşünüp değerlendirmeye dahi gerek duymadan “bu kanun Batı’da varsa doğrudur, yoksa yanlıştır.” gözüyle yargılıyorlar. Yani bu insanların yöntemleri akla ve ilme dayanmıyor, zavallı bir taklitten ibaret. Diğer yandan muhafazakârlar ise düşünüp değerlendirmeye dahi gerek duymadan bu kanunun geleneğimizde var olup olmadığına bakar, eğer geleneğimizde yoksa reddeder. Bu tutum da en az modernistlerinki kadar problemlidir çünkü bu da akıl ve ilimden ziyade kör bir taklide dayanıyor. Bir şeyin kıymeti ortaya çıktığı mekân ve zamana göre ölçülmez, hakikate yakınlığıyla ölçülür.

Müslümanlar Neden Geri Kaldı?

Bu asırda yaşayan bir insan merak edebilir: eğer İslam hak din ise, Allah Müslümanları destekliyor ve Müslümanların dualarına icabet ediyor ise neden son iki asırdır Müslümanlar üzerinde korkunç bir zillet var? Neden Müslümanlar Batı’ya karşı pek çok alanda mağlup oldu?

Öncelikle bu soruyu soran kişi İslam’ın başarıya ve galibiyete olan bakışını idrak edememiş demektir. Allah’ın nihai amacı İslam’ı dünyaya hâkim kılmak değildir, böyle bir amacı olsaydı bunun için hiç kimseye ihtiyaç duymazdı. Zira Allah’ın bir saniye içinde bütün kâfirleri yok edecek gücü, bütün Müslümanları zengin kılacak kudreti pekâlâ vardır. Allah’ın nihai amacı Müslümanların takvasını ve İslam uğruna verdikleri çabayı görmektir, bu çabanın nasıl sonuçlanacağı önemli değildir. Kâfirler de farkında olmadan Allah’ın kurduğu düzene hizmet ederler, müminlerle mücadele ederek müminlerin imanlarının imtihan edilmesine vesile olurlar. Ameller niyetlere göre ölçülür. Diyelim ki hayırlı bir işi on Müslüman niyet etsin ve onun uğrunda çabalasın, lâkin bu işe sadece biri vakıf olsun. Bu işe niyet etmiş ancak başarısız olmuş dokuz kişinin aldığı sevap işe vakıf olan kişinin aldığı sevaptan daha az değildir. Diyelim ki bir mümin acizliğini itiraf ederek Allah’a dua ediyor, yardım mercii olarak Allah’ı görüyor, o müminin duası kabul olsa da olmasa da aldığı sevap aynıdır. Duası kabul olmayan bir müminin duası boşa gitmiş değildir, yardım mercii olarak Allah’ı bildiği için o mümine o duadan dolayı sevap yazılır. Allah uğrunda savaşan bir ordu harp meydanında mağlup bile olsa aslında Allah uğruna savaşmayı göze aldıklarını gösterdiklerinden dünya imtihanını başarılı bir şekilde tamamlamışlar demektir, bu mağlubiyet değil zaferdir. On kişiden hangisinin işe vakıf olacağı, hangi müminlerin dualarının kabul olacağı, hangi ordunun harbi kazanacağı Allah’ın takdiridir, Allah’ın istenilen şeyi nasip etmemesi bir başarısızlık veya bir mağlubiyet sayılmaz. Zira Allah sonuçla değil, niyetle ilgilenir. Tıpkı bunun gibi bugün Müslümanların zayıflığı; Müslümanların mağlubiyeti veya Allah’ın Müslümanlara yardım edememesi demek değildir, bu takdir-i ilahidir. Müslümanların zayıf düşmesi bir sonuçtur ve biz neticeyle ilgilenmeyiz, niyetle ilgileniriz. “Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, şüphesiz o topluluk da (Müşrikler de Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi ya da kötü günler gösteririz, bazen öbürüne.) Allah, sizden iman edenleri ayırt etmek, sizden şahitler edinmek için böyle yapar. Allah, zalimleri sevmez. (Ali İmran 140)” Burada İslam medeniyeti ile Batı medeniyeti birbirinden ayrılır; Batı medeniyeti sonuç odaklıdır ve sonuca ulaşmak için en ahlaksız yöntemi bile mubah görür, İslam medeniyeti ise yöntemi ve niyeti sonuçtan üstün tutar. İman-küfür mücadelesinde sonuç zahirde ne gözükürse gözüksün her daim muzaffer olan Allah ve Allah’a tevekkül eden müminler, kaybedenler de şeytanın kuklası olan kâfirlerdir. Dünyada zengin ve güçlü gibi görünen kâfirler sadece azgınlıklarının ve günahlarının artması ve Cehennemi tam manasıyla hak etmeleri için geçici bir kuvvete mazhar olmuşlardır.

Bunun yanında günümüz Müslümanların gerçekten Allah’a tevekkül edip etmediği, Müslüman sıfatlarına malik olup olmadığı, niyetlerinin gerçekten halis olup olmadığı başlı başına ayrı bir konudur. Allah amele değil niyete bakar dedik, ancak günümüz Müslümanlarında hatırı sayılır niyet var mı? Allah dünya kazancı isteyenlere ve bu yolda gayret gösterenlere kâfir bile olsalar istediklerini verir, bu dünyanın kanunu budur. “Kim âhiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kazancını isterse, ona da istediğinden veririz, fakat onun ahirette hiçbir payı yoktur. (Şura 20)” Günümüzde Müslümanların en büyük belası akılsızlıktır, akılsızlığın kaynağı cehalettir, cehaletin kaynağı ise tembelliktir, tembelliğin kaynağı ise şevksizliktir. Müslümanların ekseriyetinin Allah’ın dinini ve değerlerini yaymak gibi bir davası yok, var olan gayri adil düzeni fazlasıyla kabullenmişler. Çoğunun nezdinden makam ve zenginlik sahibi olmak İslam dinine hizmetten önce gelir olmuş. Bütün bunları görüp de Müslümanların Allah’a hakkıyla tevekkül ettiğini iddia etmek nasıl mümkün olur?

“İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir. (Hadid 16)” Tıpkı ehl-i kitap gibi Müslümanların da bin dört yüz yıl sonunda kalpleri katılaştı, şevkleri kayboldu. İslam dini vahyin tazeliğinin verdiği müthiş şevk sayesinde ortaya çıktığı yüz yıl içinde dünyanın büyük bir bölümüne hâkim olmuş, Hindistan’dan İspanya’ya kadar benzerine az rastlanır bir uygarlık kurmuştu. Birkaç asır sonra iyice zenginleşen Araplar şevklerini kaybetti, halifeler dünya zevklerine daldı ve zenginlikleri içinde boğuldular. İslam âlemi büyük bir buhranın eşiğindeyken nispeten yeni Müslüman olmuş Türkler imanın tazeliğinin verdiği şevkle İslam’ın yeni lideri oldular ve uzun süre İslam’ın bayraktarlığını yaptılar; İslam’ı Anadolu’dan Viyana’ya kadar, Kafkasya’dan Hindistan’a kadar ulaştırdılar. Ne var ki kaçınılmaz son Türklerin de başına geldi, yenilmezliğin verdiği kibir Türklere musallat oldu. Lâle Devri ile başlayan süreçte de Türkler iyice iman şevkini kaybettiler, İstanbul’da oturup eğlenmek ta Avrupa’nın içlerine savaşmaya gitmekten daha sevimli göründü. Bu devirde Avrupa’da yepyeni bir şevk kıvılcımı yakılmıştı: Avrupalılar Rönesans ile beraber kâinatı en baştan keşfetme, Hristiyanlığı aklî bir temele oturtarak güçlendirme ve farklı medeniyetlere açılarak onlar arasında Hristiyanlığı yayma hevesiyle yola çıktılar. Daha önce ortaya çıkmış olan haçlıların bile Hristiyanlığı yaymak gibi bir niyeti yoktu, haçlıların tek amacı öldürmek ve yağmalamaktı. Bu şevk, coğrafi keşiflerin getirdiği maddi güçle birleşince Avrupa’yı dünyanın zirvesine taşıdı ve modern dünyayı kurmalarını sağladı.Ne var ki artık Batılılar da üç yüz yıl önceki Türklerin düştüğü buhranın eşiğindeler. Kendi medeniyetlerinin kusur ve sıkıntılarını göremeyecek kadar kibirliler, dinsizliğin getirdiği amaçsızlığın ve sebepsizliğin içinde yollarını kaybetmiş vaziyetteler. Bu yüzden istikbalin Batılılara ait olmayacağını görmek için çok ileri görüşlü olmaya gerek yok.

Bir toplumun gelişmişliğini etkileyen yüzlerce etken vardır, din bunlardan sadece bir tanesidir. Diğer bütün etkenleri göz ardı ederek bir toplumun gelişmişliğini veya geri kalmışlığını sadece dine bağlamak aptallık olur. Dindar bir insan çok kötü bir mühendis veya çok başarısız bir siyasetçi olabilir, dindarlık ile dünyevi başarı doğru orantılı değildir. Bugün Hz. Peygamber ve sahabelerle birlikte bir matematik yarışması yapsaydık muhtemelen ben hepsini geçip birinci olurdum, bu benim onlardan daha iyi bir Müslüman olduğuma mı delalet eder? Haşa ve kella! Bu toplumlar için de böyledir, dindar bir insanın matematik sınavından kötü not alması ne kadar mümkünse Müslüman bir toplumun dünyevi anlamda başarısız ve geri kalmış bir toplum olması da o kadar mümkündür. Maalesef İslam dünyası geri kaldığını kabul ettikten sonra bunun sebebi olarak dinden uzaklaşmış olmayı gördü, buna sebep olmuş olabilecek diğer bütün etkenleri göz ardı ettiler ve sorunlarına rasyonel bir çözüm bulma yoluna gitmediler. İslam dininin hakkıyla yaşanması bir toplumun gelişmesine katkı sağlar, lâkin İslam dini tek başına bir toplumun gelişmesini sağlamaz.

Son olarak şunu da bildirmek gerekir ki İslam’ın kıyamete kadar Müslümanların en güçlü millet olarak kalacağına dair bir vaadi yoktur. Hatta tam tersine İslam, bize kıyamete giden süreçte Müslümanların zayıflayacağını ve yeryüzünde küfür hâkim olunca kıyametin kopacağını bildirir. Hz. Peygamber şöyle der: “İslam garip başladı, başladığı gibi garip bir hâle dönecektir.[1]” Müslümanların sürekli güçlü ve muzaffer olmasını beklemek İslam’ın kendisiyle çelişir.

Osmanlı ve Matbaa

İslami duruşumuzdan dolayı tarihimizi hatasız gördüğümüz, tarihte yaptığımız her şeyi onayladığımız da zannedilmesin. Beşerin olduğu her yerde hata olduğu gibi elbette bizim tarihimizde de hatalar var. Elbette Osmanlı'nın yıkılmasında dışarıdan gelen etmenler etkili olduğu gibi içeride yapılan hatalar da etkili olmuştur. Bunlardan belki de en ünlüsü ve en çok eleştirileni Osmanlı'nın matbaayı Avrupalılardan çok daha geç benimsediği gerçeğidir. Bu konu o kadar ünlenmiştir ki bu konu üzerinden onlarca efsane uydurulmuştur. İslam düşmanları matbaanın geç benimsenmesinin sebebini bilimi ve yeniliği küçük gören İslam anlayışı ile bağdaştırmış, matbaanın ulema sınıfı yüzünden kabul edilmediğini ileri sürmüşlerdir. Bizim için de bu konuyu aydınlatmak elzem olmuştur.

Matbaanın Türk toplumu tarafından geç benimsenmesinin sebebi Türklerin yazıya verdiği önemdir. İslami hassasiyetlerden dolayı resim-heykel gibi sanatları kullanmayan Türk toplumu bunlar yerine Hattatlık sanatına ziyadesiyle önem vermiş, yaptıkları her şeyi resim ve heykellerle süslemek yerine güzel yazı ile süslemişlerdir. Osmanlı mimarisini, kıyafetlerini, araç-gereçlerini incelediğinizde hemen hemen hepsinde çok ince işlenmiş yazılara, ayetlere, şiirlere rastlarsınız. “Kuran Mekke’de indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.” sözü bu yüzden meşhur olmuştur. Osmanlı devletinde bir yazıyı düz bir şekilde yazmak neredeyse ayıp sayılırdı, padişahların fermanlarını incelediğinizde bile hepsinde onlarca farklı şekle sokulmuş satırlara ver harflere rastlarsınız. Bu yazı hassasiyeti günümüz Türk toplumuna bile yabancıdır, çünkü Latin harflerine geçişten sonra Latin harfleri estetik yazı için uygun olmadığından Türk toplumunda hattatlık sanatı yok olmuştur. O devirde yazı ile bu denli bir ilişkisi olan Türk toplumu için matbaa ile gayri-estetik ve dümdüz şekilde hiç emek vermeden tonla yazı yazmak kesinlikle kabul edilebilecek ve benimsenebilecek bir durum değildi. Yazı gibi neredeyse kutsal olarak görülen bir şeyi bilinçsiz bir makineye emanet etmek Türklerin hissiyatına muhalifti. Hem ilk çıkan matbaalarda çokça basım hatası olurdu. Özellikle dini kitaplarda basım hatalarının mevcudiyeti küçümsenemeyecek bir müşküldü, zira bir ayetin tek harfini bile yanlış yazmak birçok insanın Kuran’ı yanlış bilmesine sebep olurdu. Bütün bu sebepler Türk toplumunda matbaanın hoş karşılanmamasına sebep olmuştur. Sonuç olarak matbaayı geç benimsemek Devlet-i Aliyye’nin tarihindeki en büyük yanlışlarından biridir; ancak bunun sebebi matbaanın “gâvur icadı” olarak görülmesi değil, Türk toplumunun yazıya, yazı estetiğine ve hattatlara fazlaca önem vermesidir.

Osmanlı ve Harem

Günümüzde Osmanlı’ya yönelik ünlü saldırılardan birisi de Osmanlı padişahlarının pek çok kadın köleyle ilişki yaşadığı, yani fiziksel zevklerine düşkün oldukları eleştirisidir. Harem meselesi çeşitli dizi ve sanat eserlerinin kurgularıyla iyice farklı bir boyut kazanmış, bu kurumun aslını bilmeyen cahiller bile bu kurum hakkında fikir sahibi olmuşlardır.  Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki İslamiyet cariye sayısı konusunda bir kısıtlama koymaz. Kadınlara düşkün bir erkeğin onlarca cariyeden oluşan bir harem kurması bir an yabancı bir kadınla zina hayal etmesinden daha iyidir; çünkü birincisi helal, ikincisi haramdır. Eğer Osmanlı padişahları zevk için bile harem kurmuş olsa onları eleştirmek her taraftan zinaya batmış bizlere düşmezdi.

Devlet-Aliyye sisteminde haremin var olma amacı padişahın zevki değil, ülkeyi yönetecek ve saltanata varis olacak yeni şehzadeler yetiştirebilmekti. Padişahlar eğer evlenerek çocuk sahibi olsalardı İslam hukukundaki miras zorunluluğundan dolayı servetlerinin büyük kısmını eşlerinin ailelerine bırakmak zorunda kalırlardı. Birkaç nesil sonra hanedanın malı ciddi miktarda azalır, hanedan ile geçmişte evlilik yapmış aileler hanedana rakip olacak derecede zenginleşir, bundan dolayı merkezi otorite ciddi bir biçimde sarsılırdı. Osmanlı hanedanı bütün gücü tek bir ailede toplayarak iç karışıklık çıkmasını engellemek istemiş, bu yüzden evlilik yoluyla mirasın bölünmesine izin vermemiştir. Evlilik olmadığına göre tahta yeni varisler yetiştirmenin İslam'a uygun tek yolu cariyelerden çocuk yapmaktı. Harem bir bakıma erkek çocuk üretme kurumudur. Bu kurum mümkün olduğu kadar fazla erkek çocuk üretmelidir ki tahta çıkabilecek birden fazla aday olsun, bir şehzade akılsız veya beceriksiz ise başka bir şehzade başa geçebilsin. Mirasın bölünme sorunu tarihte saltanatla yönetilen pek çok devlette mevcuttu; bu sorunu kimi devletler cariyelerden çocuk yaparak çözmüş, kimi devletler aile içi evlilik yaparak çözmüştür. Hanedanda aile içi evlilikler, özellikle kız kardeş ile yapılan ensest evlilikler tarihte bu sebepten dolayı sık yaşanmıştır. Osmanlı Devleti Müslüman bir devlet olarak ensest evliliğe karşı olduğu için cariyelerden çocuk yapma ruhsatını tercih etmiştir. Cariyelerin çoğunlukla yabancı kadınlardan seçilmesinin sebebi de İslam hukukunda Müslüman kadınların köleleştirmesinin yasak olmasıdır, bu yüzden gayrimüslim kökenli kadınlar seçilmiştir. Yoksa bunun sebebi de sanıldığı gibi Türk padişahların Avrupalı beyaz kadınlara olan merakı değildir.

[1] Ṣaḥīḥ Muslim 145

bottom of page