top of page

YARATILIŞ TARİHİ

yelkenli gemi

Sümer uygarlığı tarihteki bilinen ilk medeniyettir. Bu bölgede (Mezopotamyada) yaşayan insanlar sonradan dünyanın diğer bölgelerine giderek yaklaşık MÖ 3000 yıllarında Mısır, Hindistan (Harappan) ve Girit uygarlıklarını kurmuşlardır. Buradan genişleme devam etmiş ve MÖ 2500 yılında Çin medeniyeti kurulmuştur. Bu tarihler benim tarafımdan değil tarihçiler tarafından verilmektedir. Bundan da sonra insanlar Amerika kıtasına ulaşarak orada Maya uygarlığını kurmuştur ki arkeolojik verilere göre Maya uygarlığı MÖ 2000 yılı civarında başlamıştır. Görüldüğü gibi uygarlıkların bir anda birbirinden bağımsız şekilde ortaya çıkmaları söz konusu değildir, bu uygarlıkların hepsi birbiriyle akrabadır. Birçok uygarlık arasındaki bu ilişkiden kaynaklanan özellikle dilsel benzerliği açıklayamayan evrimci tarihçiler; Hint-Avrupa kabilesi diye bir kabilenin Ukrayna’dan çıkıp Avrupa’nın tamamını, Anadolu’yu, Orta Asya’yı, İran’ı ve Hindistan’ı işgal ederek buralarda uygarlıklar kurduğunu iddia etmiştir. Bu şekilde çoğu kavmin Hint-Avrupalılardan gelmiş olduğunu iddia ederek kavimler arasındaki benzerliği bir nebze olsun açıklamaya çalışmışlardır. Bir kavmin bu kadar büyük bir coğrafyada hâkimiyet kurması çok zordur, bundan daha da zoru bütün bu bölgelerde kendi dillerini dayatarak yerlilerin dillerini değiştirmeleridir. Hint-Avrupa tezi evrimci tarih içindeki bir boşluğu doldurmak için uydurulmuş zorlama bir tezdir.

4-) İnsanların Amerika ve Avustralya kıtalarına ilk başta nasıl gittiği uzun süredir tartışılmaktadır. Evrimciler bu yolculuklar için bayağı eski tarihler verirler, bu yolculukları avcılık-toplayıcılık dönemine dayandırırlar. Ne var ki avcılık-toplayıcılık dönemindeki ilkel insanların kıtalar arası yolculuk yapmaları imkânsızdır. Avustralya’ya ulaşabilmek için mutlaka deniz yolculuğu yapılmalıdır çünkü Avustralya’nın Asya ile kara bağlantısı yoktur, aradaki denizi aşabilmek için mutlaka gelişmiş kayıklar kullanılmalıdır. Amerika kıtasına nasıl gidildiği sorusu da daha büyük problemler barındırmaktadır. Bir görüşe göre bu insanlar Bering Boğazı’ndan Amerika’ya gitmiştir. Ancak gidildiği iddia edilen tarih Buzul Çağı’na denk geldiği için bu bölgeler tamamen buzullarla kaplıydı, bu bölgede herhangi bir yolculuk yapmak imkânsızdı. Bering Boğazı çok yüksek bir enleme sahip olduğundan Buzul Çağı’ndan en çok etkilenen yerlerden biriydi, şu anki halinden bile daha soğuktu ve göçebe bir avcı-toplayıcı hayatı için hiç uygun değildi (o bölgenin sıcaklığı şimdi bile -40 ºC’ye kadar düşmektedir.) Bir diğer teori ise insanların en azından belli bir yere kadar Pasifik Okyanusu üzerinden gitmiş olmasıdır ki bunun için gelişmiş gemilere ihtiyaç vardır. Yani her türlü şu kabul edilmelidir ki Avustralya’ya ve Amerika’ya giden insanlar evrimcilerin iddia ettikleri gibi avcılık-toplayıcılık döneminde yaşayan ilkel insanlar değildi, belirli bir teknolojiye sahip olan medeni insanlardı. Tarihteki ilk yelkenli gemilerin Hz. Nuh tarafından Sümerlere öğretildiğini söylemiştik, yenidünya kıtalarına gitmek için uzun mesafeli deniz yolculuğu yapan insanlar da mutlaka bu tür gelişmiş gemileri kullanmış olmalılar. Bu hakikat de yenidünya kıtalarına Sümerlilerin devrinden sonra gidildiğini gösterir.

5-) Peki acaba Âdem nesli diğer insan nesillerinden bağımsızsa, diğer insan nesillerinden biyolojik olarak bir farka sahip olabilir mi? Antropolojiye göre bu sorunun cevabı “evet”, Âdem neslinin var olduğu son 10.000 yılda insanların biyolojik olarak önceki insanlardan çok farklı olduğu keşfediliyor. Evrimci bir makalenin bu konuda ne dediğine bir bakalım: “Hawks (insan evriminin) son 5,000 - 10,000 yılları arasında yüz kat hızlandığını bildirdi… 10,000 yıl önce yaşayan insanlar Neandertallere bize benzediklerinden çok daha fazla benziyorlardı.[4]” Yani son 10,000 yıldır yaşayan insanlar daha önceki insanlardan biyolojik olarak bir hayli farklıymış, hatta 10,000 yıldan önceki insanlar Neandertallere bile bizden daha fazla benziyorlarmış. Bilim adamları ortalama insan beyninin son 10,000 yılda yaklaşık 10% oranında (tenis topu kadar) küçüldüğünü söylüyorlar. Kısacası biyolojik olarak da baktığımızda son 10,000 yıllık insan neslinin önceki insan nesillerinden daha farklı olduğunu söyleyebiliriz. Bu da Hz. Âdem’in yaklaşık 10,000 yıl önce yaşadığının ve Âdem neslinin önceki insan nesillerinden ayrı ve bir derece farklı olduğunun bir başka kanıtıdır. Bazı bilim adamları güçlü biceps kası ve sigara bağımlılığı gibi özelliklerin Neandertallerden modern insanlara geçtiğini iddia etmişlerdir. Evrimci genetikçiler tamamen farklı ön kabullere göre hareket ettiklerinden onların buldukları sonuçların yaratılış teorisini şekillendiremeyeceğini, evrimci ön kabule dayanan bir hipotezi yaratılışa monte etmenin bir şeyi inç birimi ile ölçüp aynı değeri metrik sistemde kullanmaya benzeyeceğini daha önce söylemiştik. Bu konuda şunu da eklemek gerekir ki Neandertallerle hiçbir zaman karışmamış olan Afrikalılarda da güçlü biceps ve sigara bağımlılığı gibi özellikler bulundurur, bu yüzden bu özelliklerin Neandertallerden geçmiş olması mümkün değildir. İnsanların ayrılıp farklılaşmasının nispeten yakın bir tarihe dayandığının başka biyolojik kanıtları da vardır. Mesela evrimciler insanların Uzakdoğu Asya’ya gittikten sonra oranın şartlarına göre evrimleşerek Uzakdoğu Asya’ya özgü fiziksel özelliklere sahip olduğunu iddia ederler. Hâlbuki bu tip özellikler Asya ile hiçbir bağlantısı olmayan yerlerde bile görülür. Örneğin Afrika’nın güneyindeki Khoisan ırkı siyah tenli oldukları hâlde tamamen Asyalı fenotipine sahiptirler; gözleri çekik ve elmacık kemikleri çıkıktır. Bu kabilenin tarihsel olarak Asya’dan göçe maruz kalmadığı, sadece Afrika kökenli olduğu genetik olarak ispatlanmıştır. Peki, bu insanlara Asyalı fenotip genleri göç yoluyla gelmediyse nasıl oluştu? Demek ki ırkların oluşması uzun zaman önce ve birbirinden bağımsız şekilde gelişmemiştir. Coğrafi olarak birbirinden çok uzak olan Afrikalılar ile Uzakdoğu Asyalılar bile aslında kısa bir zaman önce ayrılmıştır. İnsanlar Uzakdoğu Asya’ya gitmeden önce de zaten Uzakdoğu Asya’ya özgü fiziksel özellikleri taşıyan genler mevcuttu, zaman içinde sadece bu özelliklerin görülme oranı değişti. Bugün Dünya’da yaşadıkları yerde beklenmeyen özelliklere sahip olan pek çok insan var (Avrupa’da çekik gözlü insanlara rastlanıyor, Ortadoğu’da sarışın ve renkli gözlü insanlara rastlanıyor…) Bunların bir kısmı tarihteki göçlerle açıklansa da belli durumlar sadece insanların ortak bir gen havuzundan ayrıştığı görüşüyle açıklanabilir.

Peki, önceki insan neslini yok edip onun yerine Âdem neslinin gelmesine sebep olan hadise ne olabilir? Bu hususta elimizde kat’i bir delil olmasa da mevcut bilimsel teorilere bakarak tahminde bulunabiliriz. Bugün pek çok bilim adamı yaklaşık 13.000 yıl önce Dünya’ya çok büyük bir kuyrukluyıldız çarptığına, bu kuyrukluyıldızın etkisiyle dünya ikliminin bin yıl boyunca ciddi bir değişim yaşadığına (Genç Dryas dönemi), bu dönem boyunca insan da dâhil pek çok canlı türünün olumsuz etkilendiğine inanıyor. Hatta bu hadisenin mamutlar da dâhil pek çok canlı türünün neslinin tükenmesinde büyük rolü olduğu iddia ediliyor. Bu hadiseyi kendi tarih yorumumuz açısından değerlendirirsek bu hadisenin Adem (as)’dan önceki insan neslini yok ettiğini, Adem (as)’ın bu hadise sonrası insansız kalan bir dünyaya yerleştirildiğini düşünebiliriz. Elimizde tarih öncesi dönemlere ait çok az malumat olduğundan derin analizler yapmamız mümkün değil, burada yapmış olduğumuz sadece en makul ihtimaller üzerinden bir çerçeve çizmek. Bu yorum, Hz. Âdem’i “dünyadaki halife (öncekinin yerine geçen)” olarak tanıtan Kuran ayeti ile gayet uyumludur. Şu ana kadar bilinen ilk insan yerleşimi Şanlıurfadaki Göbeklitepe yapısıdır. Göbeklitepe’nin tarihi, kuyrukluyıldız faciasından yaklaşık bin yıl sonraya tekabül etmektedir, yani Hz. Âdem’in dünyaya gelişinden sonra inşa edilmiştir. Göbeklitepe’nin inşasının da evrimcilerin kafasındaki ilkel avcı-toplayıcı insanlar tarafından yapılamayacağı, bunu inşa eden insanların belli bir bilgi birikimine sahip olduğu aşikârdır. Göbeklitepe yapılarında taa Avustralya yerlilerinin kültürüne benzer elementlerin olması da insanların dünyaya dağılımının nispeten kısa bir süre önce gerçekleştiğine ve medeniyetlerin birbirinden bağımsız oluşmadığına bir delildir.

BÜTÜN ÜMMETLERE PEYGAMBER GELDİYSE TARİHTE NEDEN İSLAM İNANCINA AZ RASTLANILIYOR?

Yahudilik, Zerdüştlük, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi tek tanrılı dinler ortaya çıkana dek insanların çoğu çok tanrılı pagan dinlere inanıyordu. Geçmiş medeniyetlerin çoğunluğunda İslami bir tevhid inancına rastlamak mümkün değil. Bu, İslam’ın bütün ümmetlere peygamber gönderildiği iddiasıyla ve İslam’ın aslında Hz. Âdem’den beri var olduğu iddiasıyla çelişiyor görülebilir. Şimdi geçmişte neden İslam’ın izlerinin pek fazla görülmemesinin sebeplerini inceleyelim.

1-) Allah her devrin ve toplumun koşullarına göre farklı emirlere ve yasaklara sahip olan dinler göndermiştir. İlk insanların uyguladığı kanunlarla 21. yüzyılda uygulanan kanunların aynı olması beklenemez. Tarihte Allah’ın gönderdiği dinlerin Allah’ın birliği, Ahiret’in varlığı gibi ortak yönleri olsa da bu dinler kuralları açısından farklıdırlar. Bu yüzden geçmişte günümüzdeki İslam’ın var olması zaten söz konusu olamaz.

2-) Tarih boyunca kâfir toplumlara gönderilen peygamberlerin hemen hemen hepsi inkâr edilmiştir. Bu kavimlerden sadece Yunus kavminin iman ettiğini Kur’an şöyle bildirir: Yûnus’un kavminden başka, keşke iman edip, imanı kendisine fayda veren bir tek memleket halkı olsaydı! (Yunus 98)” Geçmişte bir topluma peygamber gönderildiğinde genelde çok az sayıda inananı olur, peygamber ve inananları direnecek güçte olmadıklarından bir şekilde yok edilirdi. Hiçbir toplum yüzyılların getirdiği alışkanlıkları hemen bırakıp kavmin kutsallarını ve alışkanlıklarını kötüleyen bir peygambere kolayca itaat etmez.

3-) Hz. İbrahim zamanında (yaklaşık MÖ 2000) dünyada tek bir Müslüman yoktu, bu yüzden Kur’an Hz. İbrahim’e “tek başına ümmetti” der. Hz. İbrahim Allah’ı insanlardan öğrenmiş değildi, sadece aklını kullanarak Allah’ı buldu. Hz. İbrahim’den sonra da Allah Hz. İbrahim’in neslini şereflendirdiği için peygamberlerin çoğu onun neslinden geldi. Hz. İbrahim’in torunu olan Hz. İsrail’den İsrailoğulları kavmi meydana gelmiş ve bu kavme her nesil peygamber gönderilmiştir. Hz. İbrahim’den sonra gönderilen peygamberlerin büyük kısmı Ortadoğu coğrafyasında yaşayan İsrailoğulları kavmine mensuptur. Ayrıca Kur’an’da çoğunlukla Ortadoğu’da yaşayan peygamberlerin zikredilmesinin diğer bir nedeni de Kur’an’ın Ortadoğu coğrafyasında inmesidir. Doğal olarak Araplara ve Yahudilere kendi bildikleri peygamberler anlatılmıştır.

4-) Aslında birçok pagan dinin temelinde İslam vardır, bu dinler sonradan bozulmuştur. Hemen hemen bütün pagan inançlarda ismi farklı olsa da cennet-cehennem inancı, kader inancı, melek-şeytan inancı, günah-sevap inancı vardır. Bu o inançların temelinin İslam olduğunu gösterir. Aynı zamanda çoğu çok tanrılı dinler her şeyin üstünde olan ve her şeyi yaratan bir Tanrı’ya inanır, sadece o Tanrı’ya ulaşmayı imkânsız olarak gördükleri için o Tanrı’nın vekilleri olarak gördükleri şeylere taparlar. Firavun bile kendisini tanrı ilân etmesine rağmen öldükten sonra büyük Tanrı’ya hesap vereceğine inanıyordu. Bu da gösteriyor ki aslında bütün inançların temelinde tevhid vardır, şirk bu inançlara sonradan girmiştir. Bugün dünyadaki üçüncü en büyük din olan ve Brahma tanrısına inanan Brahmanizm(Hinduizm)’in bile kelime olarak Hz.“İbrahim”den geldiği iddia edilmektedir. (Ortadoğu dillerinde sadece sessiz harfler vardır.)

5-) İslam’ın birçok kez uzun zaman sonra içine batıl inançlar eklenerek farklı dinlere dönüştüğünü söylemiştik. Bu günümüz şartlarında çok mantıklı gözükmeyebilir ancak o dönemin şartlarını düşündüğümüzde birkaç nesilden sonra dinin ne kadar değişeceğini tahmin edebiliriz. Öncelikle eskiden yazı pek kullanılmıyordu, aktarım çoğunlukla sözlü iletişime dayanıyordu. Günümüzdeki kitap anlayışı kâğıdın icadıyla birlikte taa Abbasiler döneminde geliştirilmiştir, kitapların yaygınlaşması da matbaanın icadından sonra olmuştur. Aynı zamanda eskiden insanlar çoğunlukla herhangi bir eğitim almıyordu, eğitimsiz insanların batılla hakikati çok rahat karıştıracağında şüphe yoktur. Bilgisiz insanlar tarafından sözlü olarak aktarılan bir şeye birkaç nesilden sonra yüzlerce hurafe katılması ve o inancın tanınamayacak hâle gelmesi kaçınılmazdır.

6-) Putperest inançların 95%’i toplum tarafından sevilen bir insanın heykelinin veya resminin yapılmasıyla başlamıştır, Mekkeli müşriklerin putları da buna dâhildir. İnsanlar, çok sevdikleri kişileri hatasız olarak görür ve onlara insanüstü özellikler atfeder. Bu eğilim maalesef hemen hemen herkeste vardır. O hatasız ve insanüstü görülen şahıslar vefat ettikten birkaç kuşak sonra insanlar onlardan yardım istemeye başlar, insanlar Tanrı’yı zikredip Tanrı’ya dua edeceklerine o kişiyi zikredip o kişiye dua etmeye başlar. Hristiyanların Hz. İsa’ya yaptıkları, Türklerin de onlarca yıldır Atatürk’e yaptığı tam olarak budur. Bir insanı putlaştırmak maalesef çok kolaydır, özellikle heykeller ve resimler bu putlaştırma sürecinde propaganda amacı olarak kullanılarak büyük görev üstlenirler. Şeytanların da mazide birçok kez insanları aldatmak için mucizeler gösterdiği ve putların içine girerek insanlarla konuştuğu hadislerle bildirilmiştir. Bu sebeplerden dolayı temeli İslam olan inançların putperestliğe dönüşmesi özellikle eski devirlerde çok kolaydı, buna şaşmamak gerekir.

7-) İslam fıtrat dinidir, her insan İslam’a inanma ihtiyacıyla doğar. Bu ihtiyaçla doğan insanlar eğer İslam’ın mesajı ile tanışamazlarsa kendilerine tapacak yeni şeyler bulurlar çünkü inanmak ruhsal bir ihtiyaçtır. Tarih boyunca İslam’ı tanımayan toplumlar kendilerinden çok büyük bir varlığa inanma ve teslim olma ihtiyaçlarını sahte tanrılar yaratarak tatmin etmişlerdir.

8-) İnsan aklı Allah’ın zâtını kavrayamaz. Allah; her daim her yeri gören, işiten, yöneten, zamandan ve mekândan münezzeh bir varlıktır. Akılları Allah’ın bu sıfatlarını anlamaya yetmeyen insanlar Allah’ı çoğu zaman kendileri gibi düşünmüşler, onu insana benzer bir mahlûk olarak tasvir etmişlerdir. Allah’ı kendi küçük akıllarına sığdırmaya çalışan insanlar Allah’ı da kendileri gibi aciz bir mahlûk olarak hayal etmişler ve böylece Yunan tanrıları gibi aciz, insan şeklinde, evlenip çocuk yapan, birbirleriyle mücadele eden tanrılar yaratmışlardır. İslam’daki tevhid inancı aklın alamayacağı bir inanç olduğu için insanlar bu inançtan sık sık sapmışlardır. Günümüzde kendine Müslüman diyen insanlar bile çoğu zaman bilinçsiz şekilde Allah’a insan sıfatları yüklerler, Allah’ı gökte oturarak dünyayı izleyen bir şahıs gibi tasavvur ederler ki bu çok yanlıştır.

9-) Bize Uzak Doğu dinleri diye anlatılan Budizm, Konfüçyüsçülük gibi öğretiler aslında din değil, birer felsefedir. Bu inançlara din demek çok yanlıştır; bu inançlar kurucularının felsefi görüşlerine dayanan düşünce biçimleridir, herhangi bir Tanrı inancından veya vahiy iddiasından yoksundurlar. Bazı insanlar din ve felsefeyi ayırt edemediklerinden dünya üzerinde çok sayıda din olduğunu zannediyorlar.

Eski pagan inançlar ise din olarak kabul edilseler bile bu inançların çoğunluğu vahiy iddiasından yoksundur. Bu dinlerin belirli bir kurucusu veya peygamberi yoktur, halk arasında söylenegelen sözlü efsanelerin zamanla değişerek ve büyüyerek sistematik bir din hâline gelmesi ile oluşmuşlardır. Pagan mitolojilerde tanrılar, tabiatın ötesinde olan varlıklar değil de tabiatın içinde ve tabiata muhtaç olan varlıklar olarak tasvir edilir. Şüphesiz ki tabiatın kaynağını tabiata bağımlı olan varlıklara atfetmek ontolojik sorunları çözmediği gibi tam tersine daha da karmaşık hâle getirir.

 

[1] Bilmen, Ömer Nasuhi. "Secde Suresi." Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Meâli Âlisi Ve Tefsiri. Cilt. 6. İstanbul: Bilmen Yayınevi, sayfa 2761. Print.

[2] Futuhat al-Makkiyya; translated by W. C. Chittick in "Imaginal 
Worlds: Ibn al-`Arabi and the Problem of Religious Diversity," p. 90.

[3] GonzaÌ lez-Wippler, Migene. The Complete Book of Spells, Ceremonies, and Magic. St. Paul, MN: Llewellyn Publications, 1996. 19. Print.

[4] Shute, Nancy. "Where Is Human Evolution Heading?" U.S.News. N.p., 24 July 2008. Web. 29 Jan. 2017.

KÂİNATIN YARATILIŞI

Bilindiği gibi 20. yüzyıla kadar bilim adamları arasında “Statik Evren Modeli” kabul görülüyordu. Bu modele göre evren boyut olarak sınırsızdır, ezelden beri vardır ve sonsuza dek var olacaktır. Bu görüş Kuran ve diğer kutsal kitaplarla tamamen çelişir. Bu yüzden özellikle 20. yüzyılın başlarında din-bilim arasındaki çelişki biyoloji alanında olduğu gibi fizik alanında da mevcuttu, bu çelişki dinlerin topyekûn reddi için bir bahane daha yaratmıştı. Bu dünyayı imtihan için yaratan Allah, hiçbir zaman iman-küfür mücadelesinde herhangi bir tarafa kesin bir dünyevi zafer vermez. Dini inancın iyice etkisini kaybettiği sırada Allah fizikteki bu küfür akımını yok etmiş, 20. yüzyılda yaratıcıyı reddeden “Statik Evren Modeli” tarih olmuştur. Eğer zaman ve madde, patlamayla birlikte ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren nedenin evrendeki zaman ve mekândan tamamen bağımsız olması gerekir. Bu bize evreni evrendeki tüm boyutların üzerinde olan yaratıcının yarattığını gösterir.

Fizik, cevaplanmayı bekleyen birçok soru barındıran karmaşık bir alandır. Daha teknolojimiz fiziğin derin konuları hakkında yeterince araştırma yapabilecek seviyede değildir, bu yüzden fizikçiler birçok konuda kesinlik bildiren yargılardan uzak durur. Yine de bugün hemen hemen bütün fizikçilerin görüş birliğine vardığı bir konu vardır: Evren, çok yüksek sıcaklık ve yo­ğunluktaki bir yapıdan büyük bir patlama so­nucu oluşmuş olup hâlâ genişlemeye devam etmektedir. Bu görüş Kur’an’ın ayetleriyle uyum içerisindedir. “İnkâr edenler, göklerle yer birbirleriyle bitişikken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görmüyorlar mı? Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya 30)”       “Ve göğü kuvvetimizle kurduk. Muhakkak ki onu genişleticiyiz.  (Zariyat 47)”   

13,8 milyar yıl önce biz de dâhil her şeyin, yaklaşık 10^12 galaksinin ve yaklaşık 10^23 yıldızın, büyüklüğünü tasavvur etmekte bile zorlandığımız şu evrenin tek bir noktada toplanmış olması mucize değil de nedir? Allah’a inanmak için mucize arayanlar bundan daha büyük ne gibi bir mucize bekliyor? Zariyat suresindeki evrenin genişlediğini bildiren ayet belki bundan bile büyük bir mucizedir. Zira tarih boyunca filozoflar ve bilim adamları arasında tartışılan en mühim konu evrenin sınırsız büyüklüğe mi sahip olduğu, yoksa sınırlı ve sabit büyüklüğe mi sabit olduğu tartışmasıydı. Kur’an tarihte ilk defa bu iki görüşü de reddetmiş, evrenin sınırlı ama sürekli genişlemekte olduğunu bildirmiştir ki böyle bir görüşe 20. yüzyıldan önce başka hiçbir yerde rastlanmaz. Einstein bile uzun süre evrenin genişlediğine inanamamış, bunu iddia eden arkadaşına karşı çıkmıştı. Bu demek oluyor ki 7. yüzyılda çölde yaşayan cahil bir topluma inen Kur’an, 20. yüzyıla kadar yaşamış bütün filozof ve bilim adamlarını mağlup etmiştir.

EVRENİN VE İNSANLIĞIN YAŞI

Bugün bazı Hristiyanlar (Yeni-Dünya Yaratılışçıları) evrenin yaşının on bin yıldan az olduğunu iddia etmektedir, bu insanlar Hz. Âdem’den önceki Dünya tarihini tamamen reddederler. Bu insanlar “altı günde yaratılış” kavramını çok yanlış anladıklarından böyle saçma bir düşüncenin peşinden gitmektedirler.

Altı Günde Yaratılış Ne Manaya Geliyor?

“And olsun ki, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık ve Biz bir yorgunluk da duymadık. (Kaf 38)” Kur’an da Tevrat gibi yaratılışın altı günde gerçekleştiğini onaylar. Peki altı günde yaratılış ne anlama geliyor? Allah istese bütün kâinatı bir saniyede yaratabilirdi, ama o zaman herkes Allah’a inanır ve imtihanın anlamı kalmazdı. Allah, kâinatı bir anda değil de belirli bir süre içinde yarattığını bize haber veriyor. Allah belki de bize örnek olmak için böyle yapmıştır. Haftanın altı günü çalışmamızı ve en azından bir gününü dinlenme ve ibadetle geçirmemizi istediğinden bize örnek olmak için evreni altı günde yaratmış olabilir. Nitekim İslam’da Cuma, Hristiyanlıkta Pazar ve Yahudilikte Cumartesi olmak üzere bütün dinlerde haftanın bir günü tatil edilir ve bu günde ibadet yapılır. Bir haftanın yedi gün olması da tesadüf değildir. “Yedi” rakamı yaratılışta birçok yerde tekrarlanan önemli bir rakamdır. Allah yedi gök yaratmış, yedi yer yaratmış, ışığa yedi renk vermiş... “Yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan Allah'tır (Talak 12)” Allah’ın yedi yerden bahsetmesi ve günümüzde Dünya’da yedi kıta olduğunun keşfedilmiş olması da ayrı bir mucizedir.

“Altı günde yaratılış” ifadesinde “gün” diye çevrilen kelime Arapçadaki “yevm” kelimesidir. Tevrat’ta da bu İbranicedeki “yom” kelimesiyle ifade edilir, “yevm” ve “yom” aynı anlamdadır. Bu iki kelime “gün” anlamına gelebileceği gibi “dönem, devir, evre” anlamlarına da sahiptir. Tıpkı bugün bilim adamlarının Dünya tarihini belirli jeolojik devirlere ayırdığı gibi Kur’an da evrenin yaratılışını toplam altı devire ayırmıştır. “De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O'na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. Ve orada, onun üzerinde sabit dağlar oluşturdu. Ve orayı bereketli kıldı. Orada (yeryüzünde) bulunanların besinlerini (rızıklarını), dileyenler için eşit olarak dört günde takdir etti. Sonra duman halinde olan semaya yöneldi. Sonra da ona (semaya) ve yeryüzüne: ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin.’ dedi. İkisi de: ‘İsteyerek geldik.’ dediler. Böylece onları iki günde yedi kat gök olarak kaza etti (yarattı, tamamladı). (Fussilet 9-12)” Bu ayet Dünya’nın iki günde yaratıldığını bildiriyor. Allah, Dünya’da meydana gelecek her şeyi dört günde takdir etmiş, sonraki iki gün mahlûkat mukadderata uyarak Allah’ın takdirini kazaya dönüştürmüş, yani meydana getirmiştir. İlk bakışta burada bahsedilen şeyin toplam sekiz gün sürdüğü, yani altı günde yaratılış ile çeliştiği zannedilebilir. Ancak Dünya’daki rızıkların dört günde “TAKDİR (‘kader’ kelimesinin mastar çekimi)” edilmesi fiziki bir işlem değildir, kaderin yazılması ve planlanması demektir. Bundan sonra da Allah kaderin gerçekleşmesi için semanın ve yeryüzünün kadere boyun eğmesini istemiş, onlar da bunu kabul etmiştir. Son ayette de “kaderde olan bir şeyin zamanı gelince gerçekleşmesi” anlamına gelen “kaza etmek” fiili kullanılmıştır. Allah’ın dört günde yazdığı kader semanın ve yeryüzünün kadere boyun eğmesi ile iki günde kazaya dönüşmüş, yani meydana gelmiştir. Sonuç olarak “Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O'na ortaklar mı koşuyorsunuz?” ayetinde denildiği gibi Dünya iki günde yaratılmış, evren ise toplamda altı günde yaratılmıştır. Bu çizelgeye göre Dünya’nın ömrü evrenin ömrünün üçte biri kadardır. Bugün bilim adamları da Dünya’nın ömrünün yaklaşık 4,55 milyar yıl, evrenin ömrünün ise yaklaşık 13,7 milyar yıl olduğunu söylüyorlar. Yani bugünkü bilimin bu konuda Kur’an ile mucizevi derecede uyum içinde olduğunu söyleyebiliriz. (4,55*3=13,65~13,7)

Peki, “Altı günde yaratılış”taki “yevm” kelimesi sadece 24 saatlik bir zaman dilimi için kullanılıyor olabilir mi? Allah zamandan münezzehtir. Biz Dünya’nın kendi etrafında bir tur dönerek gece-gündüz oluşturmasını bir gün olarak algılıyoruz, bu tabi ki Allah için geçerli değildir. Tevrat’a göre Güneş 4. gün yaratılmıştır. Yani eğer Tevrat’ın yaratılış hikâyesindeki gün kavramını 24 saatlik bir dilim olarak düşünürsek gece-gündüzün meydana gelmesini sağlayan Güneş yaratılmadan önceki zaman dilimini nasıl açıklarız? Sonuçta biz günü Güneş’in konumuna göre belirliyoruz ve Güneş’in olmadığı yerde “gün”den bahsetmek imkânsız. Buna rağmen bazı Hristiyanların gün kavramını 24 saat olarak almaları şaşılacak şey.

“Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vâdinden asla dönmez. Muhakkak ki, Rabbinin nezdinde bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir. (Hacc 47)” Buradaki “bin yıl” ifadesi tam olarak bin yıla karşılık gelmez. Arapça’da “bin” kelimesi “sayılamayacak kadar çok” anlamında da kullanılmaktadır. Bu konuda Ömer Nasuhi Bilmen tefsirine bakalım: “Deniliyor ki: Bin seneden maksat, pek uzun bir zaman demektir. Arap dilinde bin sayısı, sayı mertebelerinin nihayeti sayılır, bununla en çok adetler kast edilir, istese, binden daha fazla olsun.[1]” Yani bu ayetin “Allah’ın nezdinde bir gün sizin saymakta olduğunuz binlerce yıl gibidir.” anlamında olması muhtemeldir. Zira Türkçede de “Seni bin kere uyardım” gibi ifadeler kullandığımızda buradaki bin kelimesinin çokluğu temsil ettiği, tam olarak bin sayısını kast etmediği malumdur. Zaman kâinatın her tarafında farklı işlemektedir. Allah bu ayette zamanın izâfi olduğunu, yani insanların kendi kafalarındaki zaman algısıyla Allah’ı sorgulamamaları gerektiğini bildirmiştir. “Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir. (Mearic 4)” Bu ayette de meleklerin göğe çıkarken zaman algılarının farklı olduğunu, yani melekler göğe bir günde çıkarken Dünya’da elli bin yıl geçtiği belirtilmiştir. Yine buna benzer bir ayette: “Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O’na yükselir. (Secde 5)” buyurulur. Bunun gibi ayetleri de dikkate aldığımızda “yevm” kelimesinin bizim anladığımız gibi 24 saatlik süre dilimini kast etmediği açıktır. Kur’an, kâinatın yaratılışının insanlığın yaratılışından çok daha önce gerçekleştiğini doğrular. Nitekim daha bilimin çok zayıf olduğu zamanlarda bile önemli sayıda İslam âlimi kâinatın yaşının çok eski olduğunu savunmuşlardır. İslam âleminde hiçbir zaman Hristiyanlarda olduğu gibi evrenin yaşı meselesi bir sorun olmamıştır.

Hz. Adem (as) İlk İnsan Mıydı?

 “Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti. (Bakara 30)”

Bu ayete göre Allah Hz. Âdem (as)’ı yaratacağını ilan ettiğinde (yaratmadan önce) yeryüzü zaten vardı ve Allah onu “halife” olarak yeryüzüne göndermek istedi. “Halife” kelimesi “yerine geçen, ardından gelen” demektir. Bunun için yeryüzünde Hz. Âdem’den önce de akıllı mahlûklar olması icap eder. Aynı zamanda meleklerin “yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?” sözleri de çok önemlidir. Melekler geleceği bilmez, demek ki Hz. Âdem’den önce yeryüzünde bozgunculuk yapan, kan döken birileri varmış ki melekler Hz. Âdem hakkında böyle bir yargıya varabilmişler. Eğer öyle olmasaydı melekler bozgunculuğun ne demek olduğunu bile bilmezlerdi. Pek çok müfessir Dünya’da insanlardan önce cinlerin yaşadığını, dünyada bozgunculuk yapıp kan dökenin cinler olduğunu söylemişlerdir. Lâkin ayette geçen “kan dökme” ifadesi bu görüşü sıkıntıya sokar; çünkü cinlerin kanı yoktur, enerjiden ibarettirler. Az sayıda din adamı bu ayete dayanarak Hz. Âdem’den önce de insan nesillerinin olduğunu, bu nesillerin çok kan döküp bozgunculuk yaptığından meleklerin Hz. Âdem yaratılırken ona karşı önyargılı yaklaştıklarını söylemişlerdir. Bu konuda ibn Arabi’nin kullandığı şu hadisi göz önünde tutmakta yarar var: "Yüz bin Âdem gelip geçmiştir; biz bunların en sonuncusunun oğullarıyız.[2] Nitekim Kur’an’da da Hz. Âdem’in bugünkü insan neslinin atası olduğu belirtildiği halde onun ilk insan olduğuna dair hiçbir ifade yoktur. Önceden de söylediğim gibi Hz. Âdem’den önce dünyanın durumu hakkında bize Kur’an’da çok az bilgi verilmiştir, bu yüzden hiçbir ihtimalin yaratılışla çelişmesi söz konusu olamaz.

Hz. Âdem ve neslinin ondan önceki insanlardan ne kadar farklı olduğunu bilemeyiz. Ancak Âdem’i asıl şerefli kılan şeyin Allah’ın ona kendi ruhundan üflemesi olduğunu Kur’an bize bildiriyor. Ayrıca Hz. Âdem “öğretilen” ilk insandır, Allah’ın ona öğrettiği şeyler sayesinde nesli gelişebilmiştir. Hz. Âdem’den önce yaşamış insan ırkı varsa bu insanların Allah’ın ruhu ile şereflenmediklerini ve hiçbir şey bilmediklerini, hayvandan çok da farklı olmadıklarını söyleyebiliriz. Melekler ilk başta Âdem neslinin de önceki insan ırkları gibi hayvansı ve vahşi olacağını düşünmüştü ve bu yüzden Hz. Âdem’in yaratılışına karşı çıkmışlardı. Allah da onlara cevap olarak şöyle dedi: "Allah dedi ki: Ey Âdem onlara, yaratıkları adlarıyla haber ver, Âdem, her şeyi adlı adınca haber verince (Allah meleklere) dedi ki: Ben size demedim mi, göklerdeki gizli şeyleri de bilirim, yeryüzündeki gizli şeyleri de. Açığa vurduğunuzu da bilirim, gizlediğinizi de. (Bakara 33)" Allah Hz. Âdem’in her şeyin ismini öğrenmiş olmasını meleklerin iddiasına cevap olarak veriyor. Yani Allah; Hz. Âdem’in eski insan nesilleri gibi bilgisiz ve medeniyetsiz olmadığını, Âdem neslinin belki de önceki insan ırklarından farklı olarak konuşabildiğini, öğrenebildiğini ve gelişmeye müsait olduğunu meleklere kanıtlamış oluyor.

Allah Hz. Âdem’den önce de insan yarattıysa bunları bizim ibret almamız için yaratmış olabilir. Eğer Allah Hz. Âdem’e gerekli ilimleri öğretmeseydi insanlık sonsuza dek eski insan nesilleri gibi vahşi, ilkel ve medeniyetsiz kalacaktı. Eski insan nesillerinin bu ilkel vaziyetlerini görmek Allah’a Âdem neslini aziz ve şerefli kıldığı için şükretmemizi sağlar, Allah’ın müdahalesi ve yardımı olmadan hiçbir ilerleme kaydedemediğimizi bilmek insanlık olarak kibrimizi yok eder. Son olarak şu ayeti de zikredelim ve yorumunu size bırakalım: “İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? (İnsan 1)”

Hz. Âdem Ne Zaman Yaşadı?

Evrimci ve yaratılışçı görüş farklı ön kabullere sahiptir ve bu farklı ön kabullere dayanarak sonuç çıkarırlar, bu yüzden bu ikisini bağdaştırarak sonuca ulaşmaya kalkmak pek akıl kârı değildir. Mesela yaratılışçılar Âdem(as) ve Havva (as)’ın bütün insanların genetik bilgisine sahip olarak yaratıldığını savunuyor: yani Âdem(as) ve Havva(as) bazı çocukları siyahtı, bazıları çekik gözlüydü, bazıları sarışındı... Evrimciler ise ilk başta bütün insanların siyahi olduğunu ve birbirine çok benzediğini, uzun zaman sonra ayrışmaya ve çeşitlenmeye başladığını savunuyorlar. Bu önemsiz gibi görünse de aslında çok büyük bir farktır. Bu farktan dolayı evrimcilerin insan DNA’sına dayanarak bulduğu herhangi bir bulgu yaratılışı bağlamaz. Evrimcilerin bulduğu bir bulgu ile yaratılışı yargılamak herhangi bir şeyi “inç” birimiyle ölçüp aynı değeri metrik sistemde kullanmak gibi bir şeydir. Zaten evrimciler insan DNA’sına dayanarak doğru düzgün bir evrim ağacı oluşturabilmiş de değiller.

          Hz. Âdem’in ne zaman yaşadığına ve bugünkü insan neslinin ne kadar geriye gittiğine dair Kur’an’da ve sahih hadislerde açık bir bilgi yoktur. Ancak önemli peygamberlerin arasındaki zamanın az çok belli olduğunu düşünürsek Hz. Âdem’in yaklaşık on bin yıl önce yaşadığı tahminin kuvvetli olduğunu söyleyebiliriz. Tarih öncesi dönemin yazımı (yazı bulunmadan önceki dönem) hemen hemen tamamen varsayımlara dayanmaktadır çünkü o devre ait elimizde bulunan kaynaklar gerçekte var olanın çok ama çok küçük bir kısmıdır. Bu belirsizliğin boşluklarını doldurabilmek için evrimciler tarih öncesi dönemleri yazarken hayal güçlerini bayağı bir çalıştırır. Yani İslami tarih ile çelişen şey bilimsel bulgular değil, evrimci tarihçilerin hayal gücüdür. Şimdi Hz. Âdem’in en fazla on bin yıl önce yaşadığını gösteren sebeplere bakalım.

1-) Hz. Âdem’e tarım ve hayvancılık gibi belirli karmaşık zanaatlar Allah tarafından öğretilmiştir. Tarihte de tarımın, hayvancılığın ve insanlığın işine yarayan birçok zanaatın çıkışı yaklaşık on bin yıl önce olmuştur. On bin yıldan daha geriye gittiğimizde insanı insan yapan pek bir şey göremeyiz. Evrimci tarihe göre insanlık yüzbinlerce yıl neredeyse hiçbir konuda ilerleme kaydetmemişken son on bin yıl birden her alanda patlama yapmışlar, yeni teknolojiler geliştirmişlerdir. Bu birden ortaya çıkan gelişmelerin sebebini açıklamada evrimci tarih yetersiz kalmaktadır. Eğer tarım ve yerleşik hayat faydalı bir şeydiyse o zaman insanlar neden yerleşik hayata geçmek için yüz binlerce yıl bekledi? Eğer ki tarım ve yerleşik yaşam faydalı bir şey değildiyse insanlar neden sonsuza dek avcı ve toplayıcı olarak yaşamadı?

2-) Hz. Âdem dünyaya geldiğinde Dünya’nın yaşam koşullarının Âdem nesline uygun hâle getirildiği söylenir. Dünya’daki son buz devrinin bitişi de yaklaşık 10,000 yıl önceyi bulmaktadır. Allah sanki Hz. Âdem dünyaya gelmeden önce dünyayı bizler için hazırlamış gibidir.

3-) Medeniyetlerin birbirinden tamamen bağımsız bölgelerde benzer zamanlarda gerçekleşmiş olması pek ilginçtir. Evrimci tarihe göre yaklaşık MÖ 3500 yılında ilk uygarlık olan Sümerler ortaya çıkmış ve kısa zamanda Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Çin ve Hindistan’da uygarlıklar yayılmıştır. Şunu belirtmek gerekir ki o günün şartlarında özellikle Mısır gibi çöllerle çevrili olan yerlerde iletişim çok zordu, yani bu medeniyetlerin birbiriyle iletişimi yok denecek kadar azdı. Buna rağmen farklı coğrafyadaki uygarlıkların benzer zamanda ortaya çıkması ilginçtir. Bundan çok daha ilginç olanı da yakın tarihlerde Amerika’daki insanların da tarım yapmaya başlaması ve buradaki ilk medeniyet olan Maya medeniyetinin başlamasıdır. Evrimci tarihe göre Amerikan yerlileri Amerika’ya gittiğinde hâlâ avcılık-toplayıcılık dönemiydi, yani Amerikan yerlilerinin tarımı ve yerleşik hayatı diğer insanlardan öğrenmesi imkânsızdı. Buna rağmen Maya medeniyeti tıpkı eski kıta insanları gibi ama onlardan bağımsız olarak medeni hayata dâhil olmuştu. Araları okyanus ile ayrılmış ve birbiri ile zerre iletişimi olmayan iki insan kabilesinin neredeyse aynı anda tarımı bulması (yüz binlerce yıl olarak ifade edilen insanlık tarihinde birkaç asır ciddi bir fark değildir) ve aynı anda medeniyete geçiş yapması akılları zorlayacak bir tesadüf olur. Yazının bulunması da bu sorundan dolayı bir hayli ilginçtir. Yazı, birbirinden bağımsız ve iletişimsiz medeniyetlerde benzer zamanlarda bulunmuştur. Hatta dünyanın geri kalanından kopuk olan Amerika’da bile yazı milattan önce dünyanın geri kalanından bağımsız olarak bulunmuş ve kullanılmıştır.

           Medeniyet tarihini İslam’ın ışığında düşünürsek bütün taşlar yerine oturacaktır. Nuh tufanı yaklaşık MÖ 3500 yılında Ortadoğu’da meydana gelmiştir ve Nuh (as) zamanında insanlar dünyaya fazlaca yayılmış değildi. Tufandan sonra Hz. Nuh’un kabilesi Mezopotamya’da yaşamına devam etmiştir, yani Nuh tufanından sonra ortaya çıkan ilk uygarlığın Mezopotamya’da kurulması tesadüf değildir. Nuh tufanından hemen sonra yaklaşık MÖ 3500 yılında Mezopotamya’da Sümer uygarlığı ortaya çıkmıştır. Bu bölgede büyük bir tufan olduğuna dair hem arkeolojik kanıtlar mevcuttur, hem de bu tufan tufandan hemen sonra kurulan Sümer uygarlığının Gılgamış destanında bahsedilmiştir. Aynı zamanda tarihteki ilk büyük gemiyi yapan ve yaptığı gemi o zamanki büyük tufana dayanan Nuh (a.s.)’ın insanlara gemi yapma ilmini öğrettiğini biliyoruz. Sümer uygarlığının tarihçiler tarafından kabul edilen en önemli özelliklerinden birisi de yelkenli gemiyi icat etmiş olmalarıdır. Bu da bir tesadüf değildir, diyebiliriz ki Sümerler yelkenli gemi yapmayı Nuh (a.s.)’dan öğrenmiştir. Son olarak da Kur’an’dan Nuh tufanından sonra geldiği söylenen kavmin Sümerler olduğunu kanıtlayan çok ilginç bir alıntıyı paylaşalım. Kur’an bazı kavimlerin peygamberlerine tevhid üzerinden karşı çıktığını, bazılarının da hem tevhid hem de ahiret inancı üzerinden karşı çıktığını söyler. Mesela Nuh aleyhisselam’ın kavmi (tufanda helak edilen kavim) ahirete inandığından Nuh aleyhisselam’ın ahiret vaadine karşı çıkmamıştır. Ancak Nuh aleyhisselam’dan sonra gelen kavmin kendi peygamberlerine karşı çıkmalarının temel sebebi ahiret inancıdır: “Sonra onların (Nuh kavminin) ardından bir başka nesil getirdik. Bunun üzerine, onlar arasından kendilerine, "Allah'a kulluk edin; çünkü sizin O'ndan başka bir tanrınız yoktur. Hâlâ Allah'tan korkmaz mısınız? (mesajını ileten) bir resul gönderdik. Onun kavminden, kâfir olup ahirete ulaşmayı yalanlayan ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz kodaman güruh dedi ki: ‘Bu dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer. Gerçekten, tıpkı kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz herhalde ziyan edersiniz. Size, öldüğünüz, toprak ve kemik yığını haline geldiğinizde, mutlak surette sizin (tekrar) meydana çıkarılacağınızı mı vaad ediyor? Heyhât o size vaad edilen şey ne kadar uzak! Dünya hayatından başka gerçek yoktur. (Kimimiz) ölürüz, (kimimiz) yaşarız; bir daha diriltilecek değiliz. Bu adam, sadece Allah hakkında yalan uyduran bir kimsedir; biz ona inanmıyoruz. (Mu’minun 31-38)" Nuh kavminden (tufandan) sonra gelen kavmin Sümerler olduğunu iddia etmiştik, o zaman burada Nuh tufanından sonra geldiği söylenen kavmin de Sümerler olması icap eder. Tarihsel belgelere baktığımızda da Sümerlerin ahireti ve yeniden dirilmeyi inkâr eden bir kavim olduğunu görürüz. Sümerlerin ahiret inancı yoktu, yeniden dirilmeye inanmıyorlardı, ruhun sonsuza kadar bedenden ayrı şekilde karanlık bir yerde var olacağına inanıyorlardı.[3] Hâlbuki o dönemde Sümerler dışında birçok kavimde kuvvetli derecede ahiret inancı vardır, örneğin Mısırlılar ahiret inançlarından dolayı ölülerini güzel eşyaları ile birlikte gömerdi. Bu da Sümer kavminin Nuh kavminden sonra ortaya çıkan ilk kavim olduğunu gösteren önemli bir delildir.

bottom of page