top of page

KURAN'IN GÜCÜ

KURAN’IN BENZERSİZLİĞİ

                               

Kur’an’ın Allah kelamı olduğunun en büyük kanıtlarından birisi de onun benzersizliği ve tekrar edilemeyişidir. Kur’an’ın edebi güzelliğini Arapça bilmeyenler anlayamıyor, lâkin herkes onun mucizesini dünyada yarattığı etkiden anlayabilir. Hz. Muhammed (s.a.v.)’den önce Araplar dünyada hiçbir gücü ve etkisi olmayan, kadınları hayvandan aşağı görüp kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, lüzumsuz yere birbirleriyle savaşan ve cinayeti şerefli bir iş gören, zenginlerin fakirleri ellerinden geldiği kadar ezdiği cahil bir toplumdu. İslam’dan sonra ise Araplar kısa sürede dünyanın en güçlü medeniyeti oldu, bilimde çok ileri gitti, ahlakları a’dan z’ye değişti ve çoğu güzel sıfatın misali oldular. Çok kısa bir sürede ve çok az kaynakla o devrin süper güçleri olan Bizans İmparatorluğu ve Pers İmparatorluğunu mağlup ettiler. Abbasiler ve Endülüsler İslam’a Rönesans dönemini yaşatıp Batı’ya medeniyet, bilim, sanat dersi verdiler. Benzer bir şeyi Türk tarihi için de söyleyebiliriz. İslam’ı kabul edene kadar bilimde, felsefede, bürokrasi/devlet yönetiminde, mimaride hiçbir temeli olmayan göçebe bir kavim olan Türkler İslam’ı kabul ettikten sonra dünya üzerinde var olan en büyük medeniyet hâline geldi. Dünyada kimsenin uzun yıllar boyunca ismini bile bilmediği atalarımız Oğuz boyları Müslümanlığı seçer seçmez İslam’ın lideri oldular, Selçuklu İmparatorluğu’nu ve Osmanlı İmparatorluğu’nu kurdular. Orta Asya’dan gelip Viyana’ya kadar dayandılar, uzun vadede Hristiyan dünyasının yarısından fazlasını fethettiler, tek başlarına birçok Haçlı Seferine karşı geldiler. Türklerin Avrupa’ya yarattığı şoku ve korkuyu başka hiçbir millet yaratmış değildir. Modern çağ öncesinde var olan dört İslam devletinin dördü de ya Türk ya da Türki idi: Osmanlı, Safevi, Babür ve Kazak imparatorlukları. Müslüman Türk imparatorluklarının gücü Viyana’dan Hindistan’a kadar uzanmış ve bu devre “Türklerin altın çağı” denmiştir. İşin çok ilginç bir tarafı dünyada bu kadar büyük bir etkiye yol açan yaklaşık altı yüz sayfalık bir kitaptan başka bir şey değildir. Altı yüz sayfalık bir kitap dünyanın en geri kavimlerini dünyanın en güçlü medeniyetlerine çevirmiştir.

“Yoksa Onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin. (Yunus 38)” Eğer insanlar Kur’an’ı (haşa) Hz. Muhammed (s.a.v)’in uydurduğunu iddia ediyorlarsa Kur’an’ın bu çağrısına kulak verip Kur’an’ın bir benzerini getirmelidir. Mesela bütün Afrikalılar birleşip öyle bir kitap yazsınlar ki bu kitap sayesinde Afrikalılar geleceğin en güçlü medeniyetini kursun. Bütün edebiyatçılar birleşip öyle bir kitap yazsınlar ki bu kitap 1400 yıl sonra bile milyarlarca insanın hayatını baştan sona değiştirecek güce sahip olsun. Bunun kulağa ne kadar gülünç geldiği aşikâr. Kâfirlere göre bütün insanların, edebiyatçıların, tarihçilerin, sosyologların, bilim adamlarının birleşip de yazamadığı bir kitabı okuma yazma bile bilmeyen bir insan (Hz.Muhammed (s.a.v.)) yazmıştır ve bu kitaptaki her şey uydurmadır.

Kuran’ı eşsiz yapan özelliklerden birisi de kıraatinin güzelliğidir. Bir kitabın sesli şekilde ve müziksiz okunup insanın kulağına hoş gelmesi Kuran dışındaki hiçbir kitap için söz konusu değildir. Bir insan Müslüman olsa da olmasa da, Arapça bilse de bilmese de Kuran’ın kıraatinin güzelliğini takdir eder. Kuran’ı eşsiz yapan bir diğer özellik de kolay ezberlenebilmesidir. Altı yüz küsur sayfa uzunluğunda olmasına rağmen dünyanın her köşesinde milyonlarca Müslüman tarafından harfi harfine ezbere bilinmektedir, her Müslümanın Kuran’ı ezbere bilen en az bir tanıdığı vardır. İşin ilginç tarafı Kuran’ı ezbere bilen insanların çoğunluğu Arapça bilmediklerinden Kuran’ın manasını anlamazlar, yani aslında manasını bilmedikleri sesleri ezberlerler ki bu ezberleme işini daha da zor kılar. Dünya tarihinde başka hiçbir kitap bu kadar uzun olmasına rağmen bu kadar fazla kişi tarafından ezberlenmiş değildir. Kuran’ın kolay ezberlenebilmesi de şüphesiz ki onu eşsiz yapan mucizelerden biridir.

Gelecekle İlgili Haberler

“Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidayet ve hak ile gönderen O'dur. (Saff 9)” Allah, Kur’an’da İslam’ın dünyaya hâkim olacağını bildirmiş. O devrin en güçlü kudretli liderleri olan Doğu Roma ve Pers krallarını İslam’a davet eden Peygamberimiz (s.a.v) onlara yazdığı mektubunda cesurca şöyle buyurmuştur: “Benim dinim ve hâkimiyetim, atlarının ve develerinin ayak bastığı en uzak yere kadar gidecek.[1]” Hususi olarak o devrin en güçlü imparatorlukları olan Bizans ve Pers topraklarının fethini müjdeleyen birçok hadis bulunmaktadır. Şimdi düşünün, ben peygamber olduğumu ilan edeyim ve size deyim ki benim dinim istikbalde bütün cihana hâkim olacak, hatta bana inananlar yakın gelecekte Amerika’yı ve Avrupa’yı bile fethedecekler. Hatta bu iddiamı Amerikalı Avrupalı liderlere bile bildirip yol yakınken bana tâbi olmalarını talep edeyim. Geleceğe dair bu iddiamın gerçekleşmesine ihtimal verir misiniz? Hayır, çünkü eğer bu iddia herhangi bir vahye dayanmıyorsa gerçekleşme ihtimali trilyonda birden fazla değildir. Peki, bu haberin doğru çıktığına şahit olsanız benim peygamberlik iddiamda doğru olduğumdan şüpheniz kalır mı? Hayır. Biz Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i bizzat görmesek bile onun söylediği her şeyin gerçekleştiğine şahit olduk, sırf bu bile onun Allah’ın elçisi olduğuna inanmamız için yeterli bir sebeptir.

“Rumlar, Dünya’nın en alçak yerinde (İranlılar’a) yenildi. Ama onlar bu yenilmelerinden sonra birkaç (3-9) yıl içinde onları yeneceklerdir. Bundan önce de sonra da emir yalnız Allah’ındır. İşte o gün müminler Allah’ın yardımıyla sevineceklerdir. Allah dilediğine yardım eder. O, mutlak galiptir, çok merhametlidir. Bu Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz. Fakat insanların çoğu bilmezler. (Rum 2-6)” Hz. Peygamberin uzak gelecek hakkında haber vermesinden daha da ilginci onun yakın gelecekte olacak hadiselerden de haber vermesidir.  Çünkü yakın geleceğe dair bir iddiası yanlış çıkarsa peygamberlik iddiası kendisi hayattayken çürür, insanlar ona bir daha inanmaz ve hayatı tehlikeye girerdi. Bu müthiş riske rağmen Kur’an Rum suresinde bütün dünyaya meydan okumuştur. Eğer üç ila dokuz yıl içinde savaş olmasaydı Hz. Peygamberin peygamberlik iddiası çürürdü, eğer üç ile dokuz yıl içinde savaş olsa bile savaşı İranlılar kazansaydı – ki İranlılar son savaşın galibi oldukları için favoriydi- Hz. Peygamberin peygamberlik iddiası çürürdü. Bütün bu ihtimâllere karşı gerçekleşme ihtimali en düşük olan ihtimâl gerçekleşmiş, zayıf durumdaki Bizans 7 yıl sonra başlayan savaşta İranlılara karşı zafer kazanmıştır. Eğer Hz. Peygamber yalancı olsaydı neden böyle büyük bir risk alıp yakın gelecek hakkında tahmin yapsın? Bu ayette belki de daha da ilginç olan savaşın geçtiği yer için “Dünya’nın en alçak yeri” anlamına gelen “edna el-Ard” sözcüğünün kullanılmasıdır. “Edna” kelimesi “en alçak” demek, “el-Ard” ise Dünya demektir. Bizanslıların yenildiği bu savaş Dünya’nın gerçekten de yükseklik olarak en alçak yeri olan Lut Gölü havzasında yapılmıştı ve Kudüs Pers İmparatorluğu’nun eline geçmişti. “Edna el Ard” tamlamasının sebepsiz kullanılmadığını ve bu bölgeye işaret ettiğini düşünüyoruz. Tabi ki bu coğrafi hakikat peygamberimiz zamanında bilinmiyordu. Kur’an’ın sırf bu ayeti bile onun mucizeliğini kanıtlamaya yeter de artar bile. “Edna” kelimesi Arapçada “en alçak” manasına gelebildiği gibi “en yakın” manasına da gelebilir, o yüzden pek çok Kuran mealinde bu ayet “Rumlar en yakın yerde yenildi” şeklinde tercüme edilmiştir. Lakin bu ifadeyi “en yakın” olarak anlamanın yaratacağı sorunlar var. Öncelikle bu yer nereye göre en yakın? Kuran’ı Amerika’da okuyan birisi için “en yakın yer”in karşılık geldiği bölge ile Çin’de okuyan birisi için “en yakın yer”in karşılık geldiği bölge çok farklı olur. Diyelim ki ayet Mekke’de indiği için en yakın yer ifadesi Mekke’yi referans alıyor. Yine de Mekke’ye bu savaşın gerçekleştiği yerlerden daha yakın olan nice şehirler, köyler ve kasabalar var; o yüzden savaşın “en yakın yer”de gerçekleştiği ifadesi pek anlamlı gelmiyor. Bu ifadeyi “en alçak yer” diye tercüme etmek hem ifadeyi daha anlamlı kılar, hem de mühim bir bilimsel hakikate işaret etmiş olur.

Kur’an’da gelecekten haber veren başka ilginç ayetler de vardır. Örneğin Fetih Suresi’nde Allah şöyle buyuruyor: “Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi. (Fetih 27)” Allah bu ayette o zamanlar İslam düşmanı müşriklerin elinde bulunan Kâbe’ye Müslümanların ulaşacağını ve orada hac yapacaklarını bildirmiştir. Eğer bu haber Peygamberimiz döneminde gerçekleşmemiş olsaydı Kur’an yalanlanmış, İslam’ın batıl olduğu ispatlanmış olurdu. Ne var ki Hz. Peygamber ne kadar şanslıymış ki (!) bu iddiası da gerçekleşmiş ve Müslümanlar birkaç yıl sonra huzur ve güven içinde hac yapmışlar.

Kuran, uzak gelecekle ilgili bazı hadiselere üstü kapalı olarak işaret etmiştir. Bunlardan bir tanesi hilafetin ve ümmetin liderliğinin Araplardan Türklere geçmesidir. “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda cihat eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir. (Maide 54)” Kuran’ın indiği dönemde İslam dini neredeyse sadece Araplardan müteşekkildi ve hiç kimse bir gün bu dinin başka bir milletle anılacağını tahmin edemezdi. Allah ise bu ayette İslam ümmetine gelecekte yeni bir kavmin hâkim olacağına işaret etmiştir. Türkler, Müslüman olduktan sonra İslam’ın en önemli milleti hâline geldiler. Kurdukları imparatorluklarla Arap toprakları da dâhil çoğu İslam beldesinin hâkimi oldular, Osmanlı İmparatorluğu ile beraber “halife” sıfatını da Araplardan aldılar, İslam’ı çok farklı topraklarda yaydılar. Türklerin İslam ile özdeşleşmesi o dereceye vardı ki Orta Çağ’da “Türk” kelimesi, “Müslüman” kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılmaya başlandı. Ayetteki “Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler” ifadesi de dikkat çekicidir, zira Türk kültürü tasavvuf akımının da etkisiyle Allah sevgisi üzerine kurulmuştur. Arap kültürü daha çok Allah korkusunu ön planda tutarken Türk kültürü Allah sevgisi üzerine şekillenmiştir. Ayette Arapların yerine geçecek olan kavmin Türk kavmi olduğu söylenmese de hadislerde buna üstü kapalı bir işaret vardır. Hz. Peygamber, sahabeye “Türkler sizle savaşmadıkça siz de Türklerle savaşmayın[2]” demiştir. Hz. Peygamber, bu hadisi Türklerin İslam’a gireceklerini bildiği için söylemiş olabilir.

Kuran’ın gelecekle ilgili haberlerine bir misal de Yahudilerin akıbetiyle alakalıdır: “Rabbin, elbette kıyamet gününe kadar onlara (Yahudilere) en kötü eziyeti yapacak kimseler göndereceğini ilân etti. (Araf 167)” Allah, bu ayette Yahudilerin kıyamete kadar zorba kişiler ve liderler tarafından eziyet göreceğini bildirmiştir. Gerçekten de Yahudiler tarihleri boyunca dünyanın dört bir köşesinde büyük zulümler görmüş, pek çok ülkeden kovulmuş ve inançları yasaklanmıştır. Bu zulümlerden en meşhuru Hitler’in Yahudilere yaptığı büyük soykırımdır. Araf Suresindeki bu ayet Hitler gibi insanların çıkacağını bin küsur yıl önceden bildirmiştir.

Kuran-ı Kerim’de klonlamayla ilgili de çok ilginç bir işareti vardır. “(Şeytan:) ‘Onları (insanları) mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar; onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler!’ (Nisa 119)" Nisa suresindeki bu ayet, hayvanların kulaklarının kesilmesi ile Allah’ın yarattıklarının değiştirilmesi arasında bir alaka kurmuştur. İnsanların genetik mühendisliği ile canlıları (Allah’ın yarattıklarını) değiştirmeleri günümüzde yaygın hâle geldi. Bu genetik mühendisliği çalışmalarından birisi olan klonlama da pek çok canlıya uygulandı. Klonlama için canlıdan hücre temin etmek gerekir, bu hücre de pek çok kez canlının kulağından alınmaktadır. Şimdi size klonlama yönteminden ve klonlamanın zararlarından bahseden, NewScientist’te yayınlanmış bir haberi hiç değiştirmeden sunacağım: “The Embryo Transplant Institute of Snow Brand Milk Products isimli kurum, Japonya’nın kuzeyindeki bir ada olan Hokkaido’da, meme bezlerindeki hücreleri kullanarak iki tane buzağı klonladı. Snow Brand’in çalışanı olan Nobutaka Shiono şöyle söyledi: “Klonlama için kullandığımız önceki yöntemimiz ineklerin kulaklarından alınan hücreleri kullanmaktı.” Yeni yöntem daha az sıkıntı yaratacak ve araştırmacıların klonlama için daha fazla hücreyi test etmelerine imkân sunacak. Lakin klonlama pek çok hayvanın küçükken ölmesine sebep oluyor. INRA isimli Fransız tarımsal araştırma kurumunda çalışan Jean-Paul Renard, bir klonun klonu olan bir buzağının yaşadığı sorunları tarif ediyor. Bu buzağı; dalağı, timüs bezi ve lenf düğümleri normal şekilde gelişemediğinden yedi haftalıkken şiddetli anemiden dolayı hayatını kaybetti.[3]

Bilimsel Mucizeler

Kur’an, vahyolunduğu devirde bilinmesi imkânsız birçok ilmi hakikati insanlara bildirerek beşer tarafından yazılmadığını çokça kez kanıtlamıştır. Bu bilimsel mucizelere yazılarım boyunca farklı yerlerde değinmeye çalıştım. Allah Musa aleyhisselam’a sopayı yılana dönüştürme gibi mucizeler vermişti çünkü onun toplumunda sihir ilmi çok ileriydi, Allah İsa aleyhisselam’a ölüleri diriltme ve hastaları iyileştirme gibi mucizeler vermiştir çünkü onun toplumunda tıp çok ileriydi, Allah Muhammed aleyhisselam’a Kur’an gibi edebi bir mucize vermişti çünkü onun toplumunda edebiyat çok ileriydi. Allah böylece her topluma en iyi oldukları alanda meydan okuyarak onları kendi silahlarıyla vurmuştur. Günümüzde de insanlık pozitif bilimlerde çok büyük mesafe kat etti ve hayatlarının merkezine pozitif bilimleri koydu. Allah müthiş bir zamanlamayla Kur’an’daki bilimsel mucizeleri günümüzde keşfettirmiş ve vahiy düşmanı bilim adamlarını kendi silahlarıyla vurmuştur, tıpkı önceki milletleri kendi silahlarıyla vurduğu gibi…

 

Bu bilimsel mucizeler o kadar güzel yerleştirilmiştir ki bunları 1400 yıl önce okuyan kişi okuduğunda garipsemez. Kuran Dünya’nın yuvarlak olduğunu apaçık bir biçimde söyleseydi 1400 yıl önceki insanlar Kuran’a inanmazdı, ancak Kuran bunu Naziat Suresi 30. ayetinde Dünya’nın şeklinden bahsederken deve kuşu yumurtası manasına gelebilecek fiili kullanarak üstü kapalı bir biçimde bildirmiştir. Örneğin “Evet bizim, onun parmak uçlarını bile yeniden düzenlemeye gücümüz yeter. (Kıyamet 4)” ayetiyle parmak uçlarını düzenlemenin çok zor olduğuna, dolayısıyla insanların parmak izlerinin birbirinden farklı olduğuna dair gönderme vardır. Dediğim gibi bu apaçık bir bildirme değil, üstü kapalı bir göndermedir ki parmak izi gerçeğini bilmeyen eski insanlar da bunu okurken anlamlandırabilsin. “Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur; işte ondan yakıp durmaktasınız. (Yasin 80)” ayetinde ise ağacın yeşilliği ile ateşin yanması arasında bağlantı kurulmuştur. Bu bağlantı günümüzde çok önemli bir biyolojik hakikatin keşfiyle anlam kazanmaktadır: fotosentez. Yeşil ağaçların yaptığı fotosentez sonucu oksijen gazı oluşur, yanma olayı ise yanıcı madde ile oksijen arasında gerçekleşen bir tepkimedir ve oksijensiz bir ortamda yanma gerçekleşmez. Hatta ağaçların yeşil olmalarının sebebi de fotosentez yapmalarıdır, zira onlara yeşil rengi veren şey fotosentezden sorumlu klorofillerdir.

 

Kuran’ın kelimeleri o kadar hassasça seçilmiştir ki tercümelerde aynı manaya geliyormuş gibi görünen iki farklı kelimenin arasındaki küçücük fark bile çok şey ifade eder. Mesela hem ziya hem de nur kelimeleri Arapça’dan Türkçe’ye “ışık” diye çevrilir, ancak bu iki kelimenin sözlük anlamında ufak bir farklılık vardır. Ziya kelimesi Arapça’da “ışığın aslı, kaynağı” anlamına gelirken nur kelimesi “yansıyan ışık, kaynağı kendinden olmayan ışık” anlamına gelir. Kuran, Yunus suresi 5. ayetinde Ay için “nur” ifadesini, Güneş için ise “ziya” ifadesini kullanmıştır ki bu bilimsel olarak son derece doğrudur. Zira Ay’ın ışığı kendine ait değil, Güneş’ten yansıttığı ışıktır.

“Şüphesiz O, iki eşi, erkeği ve dişiyi, (rahme) atıldığında az bir sudan (meniden) yaratmıştır. (Necm 45-46)” Bu ayet de Kuran’ın indiği dönemde bilinmeyen çok önemli iki bilimsel hakikate gönderme yapmaktadır: Cinsiyet sperm tarafından belirlenir ve cinsiyet döllenme esnasında belirlenir. Cinsiyet sperm tarafından belirlenir çünkü spermden X kromozomu gelirse yeni birey dişi, Y kromozomu gelirse yeni birey erkek olur. Yumurtadan ise her daim X kromozomu geldiği için yumurtanın cinsiyetin belirlenmesine bir etkisi yoktur. Döllenmeden sonra erkeklerin kromozomu XY, dişilerin kromozomu XX olur. İkinci bilimsel hakikat ise cinsiyetin hamilelik esnasında değil, döllenme esnasında belirlendiğidir. Zigotun cinsiyeti döllenmenin olduğu andan itibaren bellidir ve hamilelik döneminde ne olursa olsun bir daha değiştirilemez. Ayette cinsiyetin belirlenmesinin spermin atıldığı anda gerçekleştiğinin belirtilmesi kanımca bu bilimsel hakikate gönderme yapmaktadır.

Diğer bölümlerde bahsettiğim mucizeleri de göz atmak isterseniz şöyle özetliyim: Neml 88’de Dünya’nın döndüğünün bildirilmesi “Din-Bilim İlişkisi” bölümünde, Alak 15-16’da beynin fonksiyonlarının bildirmesi “Bizi İnsan Yapan Nedir?” bölümünde, Nahl 68-69’da işçi arıların cinsiyetinin bildirilmesi “Canlılardaki Müthiş Tasarım” bölümünde, Zariyat 47’de evrenin genişlediğinin bildirilmesi ise “Yaratılış Tarihi” bölümünde açıklandı. Bu mucizeleri bu bölümde tekrar açıklama ihtiyacı görmedim.

 

PEYGAMBERLER DELİLİ

Arabanızla eve gidiyorken radyodaki kişi gideceğiniz yolda çok trafik olduğunu, bu yüzden o yolu kullanacakların başka bir rotayı takip etmesi gerektiğini söylese ne yapardınız? Gözümle görmeden inanmam deyip devam mı ederdiniz yoksa bu uyarıyı dinler miydiniz? Tabi ki de tavsiyeyi dinleyip trafik olmayan yoldan giderdiniz çünkü bu haber yalan bile olsa bu habere göre tercih yaparsanız kaybedecek bir şeyiniz olmaz; ancak eğer haber doğruysa ve siz uyarıyı dinlemezseniz büyük bir sıkıntıya maruz kalırsınız. Yeryüzüne insanlara temelde aynı şeyleri emreden ve aynı şeylere karşı uyaran tam yüz yirmi dört bin peygamber gelmiştir. Bir şeyin varlığına dair tam yüz yirmi dört bin şahit varken ama yokluğuna dair tek bir şahit yokken o şeyin var olduğunu farz edersiniz. Sizi bir konuda uyaran tam yüz yirmi dört bin kişi varsa artık o kişilerin boş konuşmadığını anlamaya ve onları ciddiye almaya başlarsınız.

İnsanlık tarihinin en önemli on şahsını tarafsız bir şekilde sıralasak içlerinde mutlaka Hz. Muhammed (a.s.), Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) olur. İnsanlık tarihine yön veren en önemli üç insanın tamamen yalancı olduklarını, hayatlarının başından sonuna kadar rol yaptıklarını iddia etmek ne kadar mantıklı olur? Hz. Muhammed (s.a.v) ya dünyevi çıkarlar için peygamberlik iddia eden bir yalancıydı, ya ne dediğini bile bilmeyen bir deliydi, ya da gerçekten Allah’ın peygamberi idi. Hz. Muhammed’in davası uğruna çektiği sıkıntılar, toplumundan dışlanması, evinden ve yurdundan çıkarılması, en yakınlarının Müslüman oldukları için öldürülmeleri onun peygamberlik iddiasında herhangi bir dünyevi çıkar gütmediğine bir delildir çünkü peygamberlik ona dünyevi anlamda çok büyük zorluklar getirmiştir. Hz. Muhammed’in hayatı boyunca toplumunun en akıllıları da dâhil on binlerce insanı inandırıp on binlerce insana liderlik etmesi, ölümünden sonra ise milyarlarca inananı olması, okuma-yazma bile bilmemesine rağmen kendisinden 1400 yıl sonra yaşayan milyonlarca profesörü peşinden sürüklemesi, vefatında bütün Arap yarımadasının lideri olması ve tarihte eşi benzeri olmayan bir devrim yapmış olması onun deli olmasının imkânsız olduğunu gösterir. Bugün en azılı İslam düşmanları bile Hz. Muhammed’in yaptıklarına bakarak onun üstün zekâlı ve çok başarılı bir insan olduğunu kabul ederler. Geriye tek ihtimâl kalıyor: Hz. Muhammed (s.a.v) Allah’ın kulu ve elçisiydi ve yaptığı her şeyi Allah’ın izni ve emriyle yaptı.

Burada şu soru sorulabilir: Tarih boyunca Konfüçyüs, Aristoteles, Gotama Buda gibi şahıslar da yarattıkları akımlarla İslamiyet’inki kadar olmasa da dünyada büyük bir etkiye sahip oldu, o zaman bu şahısların da doğru şeyler söylediğini kabul etmemiz gerekmez mi? Burada felsefe ile dinin farkını bilmek gerekir. Filozoflar ortaya samimi bir görüş atar ve insanlar bu görüşe katılır veya katılmaz, bu görüşe katılmasalar bile o filozofu yalancılıkla itham etmezler. Peygamberler ise insanlara bir iddia ile gelirler, bu iddia ya doğrudur ya da uydurmadır. Bu iddiaya inanmayan kişi otomatikman o peygamberi yalancılıkla ve sahtekârlıkla itham etmiş olur. Konfüçyüs, Aristoteles, Gotama Buda gibi insanlar filozoftur, bir din yaratmış değillerdir. Bu insanların bazı görüşlerine katılmasak da onlara yalancı demeyiz, sadece görüşlerine katılmadığımızı söyleriz. Yalancı bir insanın dünya tarihine bu kişilerin yarattığı etkiyi yaratması mümkün değildir. Ne Konfüçyüs, Aristoteles, Gotama Buda ne de Hz. Muhammed, Hz. İsa ve Hz. Musa yalancı olamaz; çünkü yalancının mumu ancak yatsıya kadar yanar.

 

KURAN’A YÖNELİK ELEŞTİRİLER

Eleştiri: Kuran’da neden kâfirlere karşı çok sert tehditler var? Allah’ın sık sık kâfirlere yapacağı azaptan bahsetmesi rahatsız edici değil mi?

Bu soru iki şekilde sorulabilir: 1-) Allah neden kâfirlere azap edecek? 2-) Allah neden Kuran’da kâfirlere ceza vereceğinden bahsediyor? Birinci sorunun cevabını zaten “Hayatın Anlamı” bölümünde vermiştim, bu soruyu burada tekrar tartışmayacağım. İkinci soruyu da şöyle cevaplayalım: Eğer kâfirleri gerçekten çok kötü bir akıbet bekliyorsa Allah’ın kâfirleri sert bir şekilde uyarması mı yoksa yumuşak bir şekilde uyarması mı daha uygun olur? Eğer bir yolun sonunun uçurum olacağını biliyorsanız o yolun başına asacağınız levha “Sizden bu yola girmemenizi rica ediyoruz” şeklinde mi olmalı, yoksa “Bu yola sakın girmeyin, yoksa ölürsünüz!” şeklinde mi olmalı? Tabi ki ikinci levha daha münasiptir çünkü uyarının ciddiyeti sonucun kötülüğüyle doğru orantılı olmalıdır. Allah eğer Kuran’da azaptan bahsetmeseydi Cehennem ehli Cehennem’e sürüldüğünde dünyadayken bu azabın ciddiyetinden bihaber olduklarını söyleyip bahane üretebilirlerdi.

Kurandaki kâfirlere yönelik tehditler Kuran’ı okuyan bir gayrimüslimi İslam’ı daha ciddiye almaya teşvik eder. Kuran’ı ilk kez okuyan bir gayrimüslim haliyle şöyle düşünür: “Eğer bu kitap gerçekten Allah kelamıysa gayrimüslim olarak kalırsam akıbetim çok acı olacak, bu yüzden bu kitabın gerçekten Allah kelamı olup olmadığını araştırmam ve bu konuda kesin bir kanaate varmam lazım.” Sırf bu korku bile bu gayrimüslimi İslam hakkında daha çok bilgilenmeye ve düşünmeye teşvik eder. Eğer Kuran sadece insana hoş gelen şeylerden bahsetseydi Kuran’ı okuyan bir gayrimüslim, Kuran okumayı sadece kültürel bir aktivite olarak görür, ona saygı duyup onu takdir etse bile hayatında hiçbir zaman ciddi bir yere koymazdı.

Allah korkusu dünyanın en güzel duygularından birisidir. Allah’tan korkan insan başka hiçbir şeyden korkmaz, Allah’tan korkmayan bir insan ise Allah’tan başka her şeyden korkar. Allah’tan korkmayan bir insan ölümden korkar, hastalıktan korkar, başarısız olmaktan korkar, savaştan korkar, fakirlikten korkar, sevilmemekten korkar… Allah’tan hakkıyla korkan bir insana ise dünyadaki en korkunç şey bile vız gelir. Bu korku resmen insanı hayvani dürtülerinden arındırıp manevi âleme yükseltir. Allah’ın azap tehditlerinden rahatsız olan bir insan Allah korkusunun güzelliğini hiç tecrübe etmemiş insandır.

Eleştiri: Kuran kronolojik şekilde yazılmamış, sürekli konudan konuya atlıyor ve anlaşılması çok zor.

Bu eleştiriyi öne sürenler genellikle Kitab-ı Mukaddesin kronolojik düzenine alışık olduklarından Kuran’ı garipsiyorlar. Hâlbuki Kuran’ın kronolojik şekilde yazılmamış olması ve surelerin birbirinden bağımsız olmaları çok büyük bir rahmettir. Kronolojik şekilde yazılmış bir kitabı baştan sona okumazsanız hiçbir şey anlamazsınız; çünkü kitabın ortasından bir yerden başladığınızda hadiselerin bağlamına, karakterlerine, yaşandığı zaman ve mekâna yabancı olursunuz. Kuran ise böyle değildir, surelerin konuları birbirlerinden bağımsızdır ve Kuran’ın tek bir suresi bile Kuranın temel mesajını özetler. Bu sayede altı yüz sayfalık kitabın tamamını okumaya gerek kalmadan tek bir suresini okuyarak bile Kuran’ı temel mesajını almış olursunuz. Bu özellik günümüzdeki üşengeç insanlar için çok faydalıdır, hiç kimse yoğun meşgalelerini Kuran’ın mesajından bihaber olmalarına bahane olarak sunamaz. Kuranın bu özelliği geçmişte yaşayan insanlar için daha da önemliydi. İnternetin olmadığı, kitaplara zor erişildiği zamanlarda insanların ekseriyeti Kuranın bütününe ulaşamıyordu, çoğu birkaç sureyi bilmekle yetiniyordu. Bildikleri birkaç sure bile Allah’ın mesajının ne olduğunu anlamalarına kâfi geliyordu. Belki de Kuran’ın bu özelliğinden dolayıdır ki tarihin büyük bölümünde Kuran bütün Müslümanlara açık bir kitap olmasına rağmen Hristiyanlar arasında Kitab-ı Mukaddes’i okumak sadece ruhban sınıfına mahsus bir fiil olarak kalmıştır.

Kuran-ı Kerim pek çok derin mesajlar içermesine rağmen düşük zekâlı insanların bile anlayabileceği kadar basit bir dille yazılmıştır; çünkü Kuran sadece zeki insanlara hitap etmez, bütün insanlara hitap eder. Eğer Kuran anlaşılması zor ve karmaşık bir kitap olsaydı, cahil ve düşük zekâlı insanlar Kuran’ı anlamamalarını ona tabi olmamalarına bahane olarak sunabilirdi. Şu bir gerçek ki Kuran belirli yerlerde Hz. Peygamber (s.a.v)’in hayatına ve Tevrat’taki hadiselere gönderme yapar, Hz. Peygamber (s.a.v)’in hayatını ve Tevrat’ı bilmek Kuran’ın belirli ayetlerini anlayabilmemiz için faydalıdır. Bu durum bütün kitaplarda mevcuttur. Felsefe ile alakalı bir kitap okuyorsanız felsefe tarihine az çok hâkim olmanız gerekir, çünkü kitapta tarihteki filozoflara ve felsefi akımlara sık sık atıf yapılması kaçınılmazdır. Mühendislik ile alakalı bir kitap okuyorsanız az çok mühendislik bilgisine sahip olmanız gerekir, çünkü öbür türlü kitapta bahsedilen teknik terimleri anlayamazsınız. Veyahut Batı edebiyatına ait bir roman okuyorsanız Batı kültürünü, Batı tarihindeki meşhur hadiseleri, Batı mitolojilerini ve Kitab-ı Mukaddesi bilmeniz size büyük fayda sağlar çünkü Batılı romanlarda bu tür şeylere sık sık atıf yapılır. Eğer Kuran atıf yaptığı her şeyi bilmeyen insanlar için açıklayacak olsa çok uzun ve çok sıkıcı bir kitap olurdu.

Kuran, Hz. Muhammed (s.a.v)’in hayatını bir müminin nasıl yaşaması gerektiğine örnek kılmıştır; şeri ve ahlaki emirleri direkt olarak bildirmek yerine Hz. Peygamber’in hayatına atıf yapmak yoluyla bildirmiştir. İnsanoğlunun teorik bilgilerden ziyade misallerle anladığı eğitimcilerimiz tarafından da bilinmektedir, teorik kısmından hiçbir şey anlamadığımız bir konunun örneklerle açıklandığında daha anlaşılır olduğuna pek çok kez şahit olmuşuzdur. Kuran da bu düstura uygun olarak emir, yasak ve ikazlarını Hz. Peygamber’in hayatındaki hadiseler üzerinden bildirerek insanların kafasında daha anlaşılır kılmıştır. Hz. Muhammed (s.a.v)’in hayatında hicret, baskı, savaş, zafer, mağlubiyet, evlilik, karı-koca arası anlaşmazlıklar, iftira gibi bir Müslümanın hayatta başına gelebilecek pek çok şey vardır; Allah bu durumlarda vahiy indirerek hem Hz. Peygamber’e yol göstermiş, hem de bütün Müslümanlara bu tür durumlarda nasıl davranmaları gerektiğini pratik örnek üzerinden anlatmıştır. Bu yüzdendir ki Kuran ve sünnet bir bütündür, birbirinden ayrılamazlar. Bazı insanlar Kuran gibi evrensel bir kitapta neden Hz. Muhammed (s.a.v)’in eşleri ile ilgili bunca ayet var diye sorabilir. Bu tarz sorular soranlar bu paragrafta bahsedilen düsturu anlamamış kişilerdir. Allah, Hz. Peygamber’in eşleri üzerinden aslında bütün kadınlara mesaj vermektedir ve bütün kadınların Hz. Peygamberin eşleriyle empati kurmalarını sağlamaktadır. Bu konuya ufak bir misal olarak şu ayeti verelim: “Ey Peygamberin eşleri, içinizden kim, apaçık çirkin bir harekette bulunursa iki kat azap edilir ona ve bu, Allah'a pek kolaydır. (Ahzab 30)” İlk bakışta bu ayetin bize hitap etmediğini ve sadece Peygamber efendimizin hanımları ile alakalı olduğunu düşünebiliriz. Hâlbuki bu ayetin temel mesajı şudur: Toplumda yüksek konumlarda olan insanlar ahlaksızlık yapmamaya ekstra özen göstermelidir, çünkü bu insanların yapacağı bir ahlaksızlığın etkisi toplumda daha büyük bir infial yaratır. Yani aslında bu ayet indiği dönemdeki bir duruma atıf yapmış olsa da içerdiği mesaj itibariyle evrenseldir.

Kur’an’ı hakkıyla idrak edemeyen insanlar Kur’an’ın belirli ayetlerini bilimle çelişkili göstermeye çalışıyorlar. İşin komik tarafı bu iddiaları atanların çoğu ayetlerin Arapçasına bakmaya bile tenezzül etmiyorlar. Şimdi bu şahısların bazı iddialarına cevap verelim.

Tarık Suresi 5-7:  “Artık insan neden yaratıldığına baksın. Kuvvetle atılan bir sıvıdan yaratıldı. (O sıvı), omurga ile göğüs kafesi arasından çıkar.”

Bazı insanlar bu ayette Kur’an’ın meni sıvısının omurga ile göğüs kafesi arasından çıktığını söylediğini, bunun da bilimsel olarak yanlış olduğunu söylüyorlar. Türkçe çeviriyi okuduğumuzda böyle yanlış bir anlam ortaya çıktığı doğru, ancak burada sıkıntı ayette değil ayeti Türkçe’ye çevirende. Çeviriyi yapan kişi “O sıvı” ifadesini ayette olmadığı hâlde kendinden eklemiş. Hâlbuki bu iki ayet boyunca özne apaçık biçimde “insan”dır. Yani doğru çeviri şudur: “Artık insan neden yaratıldığına baksın. Kuvvetle atılan bir sıvıdan yaratıldı, (İnsan) omurga ile göğüs kafesi arasından çıkar.” Maalesef ayetin aslına sadık kalmayıp kendi yanlış yorumlarını ayetin anlamına katan çevirmenler yüzünden bu ayet fizyolojik hakikatlarla çelişkili gibi gözüküyor. Hâlbuki insan doğumda olarak omurga ve göğüs kafesi arasından çıkar ve bu bilimsel olarak doğrudur, burada kast edilen meni sıvısı değildir.

Kehf Suresi 86: “Güneş’in battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar buldu.”

Kur’an’a inanmayan insanlar bu ayete bakarak Kur’an’ı yazan şahsın Dünya’yı düz zannettiğini iddia ediyorlar çünkü bilimsel olarak Dünya üzerinde Güneş’in battığı bir yer yoktur. Buna cevap verirken öncelikle “Güneş’in battığı yer” diye çevrilen “mağribe eş şems” ifadesini ele alalım. Arapça’da fiillerin “celese -> meclis” çekimleri fiilin yapıldığı mekânı veya zamanı belirtir. Arapça’da “Güneş’in batması” anlamına gelen “ğaraba” fiilinin “mağrib” çekimi de “Güneş’in battığı yer” veya “Güneş’in battığı zaman” anlamlarına gelir. Zira Arapça’da akşam namazı saati için “mağrib” kelimesi kullanılır. Yani bu ayetin şu şekilde tercüme edilmesinin hiçbir sakıncası yoktur: “Güneş’in battığı zamana ulaşınca onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar buldu.”

Bu ve bundan sonra gelen ayetlerin çok farklı ve özgün bir açıklaması da “Zülkarneyn’in uzay seyahati” ile ilgili bölümde mevcut. Eğer “mağrib” kelimesinin mekânı kast ettiğini farz edersek bütün bu olayların Dünya dışında geçtiğini kabul ederiz çünkü Güneş’in battığı yer Dünya’da değildir. Bu durumda Kehf suresinde bahsi geçen Zülkarneyn’in yaşadığı tüm olayları yeni bir gözlükle açıklamak icap eder ki bu açıklama “Zülkarneyn’in uzay seyahati” yazısında yapılmıştır, o yazıya göz atmanız tavsiye edilir.

Tevbe Suresi 29: “Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”

Kur’an’da cizye vergisinden bahsedilen tek ayet bu ayettir. Bu ayette sadece ehl-i kitaptan bahsedildiği için bazı âlimler ehl-i kitap olmayan gayrimüslimlerden cizye alınamayacağını, ehl-i kitap olmayan gayrimüslimlerin fetih durumunda İslam’a girmeye zorlanması gerektiğini söylemişlerdir. Bu anlayış başta “Dinde zorlama yoktur. (Bakara 256)” ayeti olmak üzere Kur’an’da zorlamayı yasaklayan onlarca ayet ile çelişir.

Burada yine yanlış bir meal söz konusudur. Ayette “kendilerine Kitap verilenlerden hak dini kendine din edinmeyen kimselerle” kısmı ayrı bir bütündür, diğer yapılan tanımlar “kendilerine Kitap verilenler”i tarif etmez.  Bu ayetin doğru çevirisi şöyle olmalıdır: “Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve Kendilerine Kitap verilenlerden hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” Mantıklı olan da bu mealdir çünkü ehli kitap (Yahudi ve Hristiyanlar) Allah’a ve Ahiret gününe pekâlâ inanmaktadır, ayetin “Allah ve Ahiret gününe inanmayan” kısmının ehl-i kitabı tarif etmesi çelişkili olur. Yani aslında bu ayete göre bütün gayrimüslimlerden cizye alınabilir; Allah ve Ahiret gününe inanmayandan da, Allah’ın haramlarını haram saymayandan da, Allah’a ve Ahiret’e inanıp haramları haram saydığı hâlde hak dini kabul etmeyen kitap ehlinden de cizye alınmalıdır. Hiçbir insan İslam’a girmeye zorlanmamalıdır.

Cizye vergisi büyük bir vergi değildir. Sadece Müslümanlardan alınan zekât ile kıyaslarsak ve Müslümanların savaş durumunda gayrimüslimleri korumak için savaşa gittiğini göze alırsak (İslam devletlerinde gayrimüslimler savaşmakla mesul değildir) cizye kesinlikle adaletsiz bir vergi değildir. Bir bakıma gayrimüslimlerin Müslümanların kendilerini korumaları için verdikleri bir vergidir. Müslümanlar vatan borcunu askere giderek veya savaşlara iştirak ederek öder, gayrimüslimler ise cizye vererek öder.

Mülk Suresi 5: “En aşağı göğü lambalarla süsledik ve onları şeytanlar için bir taşlama kıldık. Onlara alevli ateş azabını hazırladık.”

Kuran-ı Kerim’deki bu ayete dayanan bazı gayrimüslimler, Kuran’ın yıldızları şeytanlara atılan taşlar olarak gördüğünü, bunun da büyük bir astronomi hatası olduğunu iddia ediyorlar. Hâlbuki şeytanlara atılan şeyler yıldızların kendisi değil, yıldızlardan çıkan şeylerdir.  Şeytanlara atılan şeyler başka bir ayette şöyle tarif edilmektedir: “Ancak kulak hırsızlığı eden olursa, onu da parlak bir ateş takip etmektedir. (Hicr 18)” Şeytanlara atılan parlak alevler günümüz terminolojisinde yıldızlardan çıkan ışın, radyasyon gibi şeylere tekabül edebilir. Belli ki yıldızlardan çıkan ışın, radyasyon gibi şeyler şeytanların bedenlerine zarar verdiği için onların göğe yükselmelerine mâni oluyor. Eğer atılan şeyler yıldızların ta kendisi olsaydı ayette “parlak bir ateş takip etmektedir” ifadesi yerine doğrudan “bir yıldız takip etmektedir.” ifadesi yer alırdı. Başka bir ayette de yıldızlar gökteki burçlara benzetilmiştir ve burç kelimesi Arapça’da “kule” manasına gelmektedir: “Andolsun, gökte burçlar kıldık ve onu gözleyenler için süsledik. Onu kovulmuş her şeytandan koruduk. (Hicr 16-17)” Bu benzetmeye göre yıldızlar bir nevi Allah’ın semaya yerleştirdiği koruyucu kulelerdir. Kalelerdeki kuleler savaşlarda nasıl top, ok ve mermi gibi şeyler atarak düşmana geçit vermiyorsa yıldızlar da yaydıkları ışınlar sayesinde şeytanlara geçit vermiyorlar. Şeytanların bedenlerini bilmediğimizden yıldızların yaydıkları şeylerden nasıl etkilendiklerini de bilmiyoruz. Benzer bir durum insanlar içi de söz konusudur, insanlar da yıldızların yaydıkları radyasyonlardan etkilendikleri için çıplak bir hâlde uzayda yaşayamazlar. Şeytanlar çok hızlı şekilde hareket edebildikleri için göğe yükselip melekleri dinleyebilirler, lâkin Allah göğü onlardan koruyarak bunu yapmalarına engel olmuştur.

 

[1] İbn Hacer, İsâbe, 765-757. 4-H. A. Akk, Uzama Havle’r-Resûl, 1/507.

[2] Ebû Davud, Melâhim

[3] Hadfield, Peter, and Matt Walker. “Cows Cloned from a Drop of Milk.” New Scientist, 8 May 1999, www.newscientist.com/article/mg16221850-400-cows-cloned-from-a-drop-of-milk/.

bottom of page