top of page

DİN - BİLİM İLİŞKİSİ

Bilim değişken bir alandır ve her çağda bilim adamları tarafından farklı görüşler kabul edilmiştir. Bundan yüz yıl önce bugün bildiğimiz şeylerin çoğu bilinmiyordu ve şu an gülüp geçtiğimiz birçok teori kabul görüyordu. Bundan yüz yıl önce yaşamış olan bilim adamları da kendilerinden yüz yıl önceki bilime gülüp geçiyorlardı. Şuna eminiz ki yüz yıl sonra şu an kabul edilen birçok teori çökmüş olacak, insanlık yepyeni birçok şey keşfedecek, yüz yıl sonraki bilim adamları bugün bilimde kabul ettiğimiz pek çok şeye gülüp geçecek. Bu yüzden bilimi kesin bir kaynak olarak görmek çok yanlıştır, biz mutlaka çağlar üstü düşünmeliyiz. Tek kesin kaynak Kuran’dır, Allah’ın kelâmıdır. Bilim ise bizi bu kesin gerçeğe ulaştıran bir araçtır.

Batı’da bilim öyle bir hâl aldı ki insanlar her konuda bilimden çözüm beklemeye kalktı. İnsanlar mutsuz hissettiklerinde psikoloğa gideceklerine hap kullanmaya başladılar. Bilime bu denli bir görev yüklemek bilimi boyunu aşan konularda bile yorum yapmaya zorladı. Bilim adamları somut şeylerle ilgilenmeleri gerekirken hiçbir delil ve belgeleye sahip olmadıkları meselelerde de insanlara cevap vermek zorunda hissetti. Bilim adamları bilgi sahibi olmadıkları bir konuda “bilmiyoruz” demeyi ayıp sayıyorlar, uyduruk da olsa bir teori üretme ihtiyacı hissediyorlar. Aslında yazının olmadığı MÖ 4000 yıl öncesine dair duyduğunuz çoğu şey uydurma ve fantezidir. Dünya’nın nasıl oluştuğu sorusu, dinozorların nasıl yok olduğu sorusu, insanların kökenine dair sorular bilim adamları tarafından hiçbir delil ve belgeye dayanmadan cevaplanmaktadır. Hâlbuki bu tip şeyler bilimin alanının çok dışındadır. Bu sorulara günümüzde verilen cevaplar her ne kadar kesin gerçeklermiş gibi sunulsa da o konuyla ilgilenen herhangi bir bilim adamının tahmininden ibarettir. Elimizdeki verilerle yazıdan önceki dönemleri tahmin etmek bir evdeki tek bir televizyonu bilerek bütün evi tahmin etmeye çalışmak gibidir. Bilimin bilmediği konulara burnunu sokması sürekli olarak çürütülmesine, böylece güvenilirliğinin azalmasına neden olmuştur. Son asırda insanlarda yanlış bir düşünce hâsıl oldu: Bilim artık çok yüksek bir seviyeye ulaştığı için hiçbir şeyi açıklamada dinlere gerek kalmadı. Şimdi bu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu gösterelim.

Eğer ıssız bir yerde bir araba bulsak bu arabayı uzun süre inceleyerek nasıl bir mekanizmaya sahip olduğunu anlayabiliriz. Peki bu arabanın bütün mekanizmalarını öğrenip nasıl çalıştığını anlamak bu arabanın kendi kendine tesadüfen oluştuğu anlamına mı gelir? Hayır,  tam tersine bu arabanın mekanizmalarını öğrenmek onu yapana daha büyük hayranlık duymamızı sağlar. Bunun gibi doğru bilim de insanı Allah’a ulaştırır. Örneğin tarihteki en önemli biyologlardan biri olan Louis Pasteur yaratılışa inanıyordu ve mesleğini şu sözüyle özetliyordu: “Tabiatı araştırdıkça yaratıcının işine hayranlığım artıyor. Bilim, insanı Tanrı’ya yakınlaştırır.” Allah, Kuran’da şöyle buyurmuştur: “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kuran’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şâhit olması yetmez mi? (Fussilet 53)” Gerçekten de Allah’ın geleceğe dair bu vaadi gerçek olmuş ve bilim adamları Allah’ın varlığını kanıtlayan sonsuz sayıda müthiş tasarım örnekleri keşfetmiştir. Günümüzde Allah’a inanmak eskisinden daha kolaydır çünkü etrafımızı ve kendimizi araştırdığımızda bir karmaşa değil, eski insanların hayâl dâhi edemeyeceği kadar müthiş bir düzen bulduk. Bilim adamlarının keşifleri sonucu bilim Allah’ı gereksiz kılmamış, tam tersine Allah’ın varlığını ispatlayan sonsuz hüccet keşfetmiştir.

Tarihe baktığımızda birçok bilim adamının da buluşlarını ilham yoluyla, hatta rüyalarında yaptığını görürüz. Mesela Friedrich August Kekule benzen molekülünün yapısını, rüyasında gördüğü kendi kuyruğunu ısırmış bir yılan sayesinde keşfetmiştir. Bir başka ünlü örnek ise Dmitri Mendeleev’in günümüzdeki periyodik tablonun elementlerini rüyasında görüp uyanınca bunları not ederek periyodik tabloyu oluşturmasıdır. Görüldüğü gibi Allah birçok kez evreni araştıran insanlara yardımcı olmuş ve gizlediği ilmi onlara yavaş yavaş ifşa etmiştir. Allah ilim peşinde koşanları Müslüman da olsa gayrimüslim de olsa geri çevirmez ve karşılıklarını böyle verir.

Bilim  “nasıl?” sorusuyla, din ise “neden?” sorusu ile ilgilenir. Örneğin bugün bilim yağmurun nasıl yağdığını az çok anlayabiliyor; din ise yağmur gibi canlılık için olmazsa olmaz bir olayın Allah’ın hikmeti sayesinde meydana geldiğini, yani Allah’ın yarattığı bu düzenli sistemin bir parçası olduğunu, bütün hayatı borçlu olduğumuz bu müthiş olayın kör doğa tarafından gelişigüzel meydana gelmediği savunuyor. Zaten yağmurun yağma aşamaları Kuran’da da bildirilmiştir: Kuran yağmurun fiziksel aşamalar sonucu oluştuğunu söyler, gökte mucizevi şekilde yoktan var edildiğini söylemez. Mesela bilim eskiden bütün kıtaların birleşik olduğunu, sonradan ayrıştığını keşfetti. Din ise bunun Allah’ın merhametinin bir sonucu olduğunu savunuyor: “Yeryüzünü de YAYDIK ve orada sağlam dağlar yerleştirdik. (Kaf 7)” Çünkü eğer kıtalar bugünkü gibi ayrışmasaydı yeryüzünün çok büyük bir kısmında kurak karasal iklim hâkim olurdu, Dünyanın çok büyük bir kısmında yaşanamazdı, bugün sahip olduğumuz birçok geçim kaynağı olmazdı. Görüldüğü gibi Allah’ın yaptığı her şeyin bizim anlayabildiğimiz veya anlayamadığımız hikmetleri vardır. Bilim ve felsefe yaratılıştaki hikmetleri bulmak ve idrak etmek için birer araçtır.

Allah’ın meydana getirdiği rüzgârlar bitkilerin tohumlarını saçmalarını sağlar, temiz havayı her yere yayar, yelkenli gemilerin hareketini sağlar, deniz ve göllerde dalgalara sebep olarak canlılar için gerekli olan oksijeni suya karıştırır, iyi bir yenilenebilir enerji kaynağıdır, hiçbir şey yapmasa bile bizim yazın serinlememizi sağlar. Bunların dışında yağmurun oluşumunu da rüzgâra borçluyuz, rüzgârlar karadaki tozları gökyüzüne taşıyarak su buharının bunların etrafında yoğunlaşmalarını, böylece yağmuru oluşturmalarını sağlar. Bununla da yetinmez ve oluşan bulutları sürükleyerek yağmura ihtiyaç duyan yerlere yayar, eğer rüzgârın bu etkisi olmasaydı yağmur sadece suyun buharlaştığı yerler olan okyanus ve denizlerin üzerine yağardı. Allah’ın yarattığı Güneş bitmez tükenmez bir enerji kaynağıdır, bizi ısıtır, bizi aydınlatır, başta D vitamini üretmemizi sağlamak gibi sağlık açısından da çok önemli görevleri vardır. Eğer Güneş var olduğu halde sadece gökyüzünde belli bir yeri olsa ve hareket etmese Dünya’nın belirli yerleri her zaman gölge olurdu ve burada canlılar yaşayamazdı; belirli yerleri de her zaman Güneş aldığından aşırı sıcak olurdu, burada da yaşanmazdı. Allah’ın yarattığı Ay sürekli evre değiştirerek (dolunay, hilal...) bizim için bir takvim görevi görür; ayın gece ışığı yansıtması canlılar için önemlidir; Ay’ın sebep olduğu gel-gitler akarsu vadilerinin ağızlarının tıkanmasını önler, kıyıların kirlenmesini önler, bizim için önemli bir yenilenebilir enerji kaynağıdır... Güneş aynı zamanda çok tehlikeli bir cisimdir, sürekli yüksek radyasyonlu kuvvetli patlamalar yaşar. Ancak Güneş sürekli çok büyük sesler çıkarmasına rağmen uzayda madde olmadığı için sesi bize ulaşmaz. Eğer Güneş’teki patlamaların sesi bize ulaşsaydı hepimiz sürekli acı çekerdik. Aynı zamanda Allah Güneş’in radyasyonundan korumak için Dünya’yı ozon tabakasıyla kaplamıştır, böylece bizi onun bütün zararlı yönlerinden korumuştur. Allah’ın yarattığı her şeyin bir hikmeti vardır, Allah hiçbir şeyi boşuna yapmamıştır. Bilim bunların nasıl çalıştığını açıklayabilir, ama neden çalıştığını açıklayamaz. Bilim hiçbir zaman “Evren niçin var oldu?”, “Hayatın anlamı nedir?” gibi sorulara cevap veremez. Bu yüzden bilimin dinin görevini üstlenmesi gibi bir durum söz konusu olamaz.

Baktığımız her yerde Allah’ın rahmetini görüyoruz. Allah ulaşım için atları, beslenebilmemiz için sığırları yaratmış. Hayvanların hepsi vahşi olsaydı ne yapardık? Allah okyanusları, denizleri, akarsuları, gölleri yaratmış; bunların çoğu birbirlerine bağlı olmalarına rağmen suları birbirine karışmıyor. “Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O'dur. (Furkan 53)” Eğer sular birbirine karışabilseydi ve bütün sular tuzlu olmuş olsaydı halimiz ne olurdu? Allah kutuplardaki buzulları resmen bize “tatlı su deposu” olarak yaratmış. Sulara kaldırma kuvveti vermiş, onun sayesinde seyahat edebiliyoruz. Su donarken yoğunluğu azalır, bu yüzden denizler ve göller en üstten donar ve oluşan buz tabakası altındaki suyu soğuktan korur. Eğer diğer bütün maddeler gibi suyun da donarken yoğunluğu artsaydı hava sıcaklığı 0 derecenin altına indiğinde okyanuslar, denizler ve göller tamamen donardı ve içlerinde hiçbir yaşam barınamazdı. Allah yerin altında bizim için her türlü özelliğe sahip çeşit çeşit madenler yaratmış ki bunları çeşitli ihtiyaçlarımız için kullanalım. Allah bir geceyi bir gündüzü getiriyor ki gündüz çalışıp gece uyuyabilelim, eğer her zaman gündüz olsaydı uyumamız ve dinlenmemiz zor olurdu. Eğer her zaman gece olsaydı çalışmamız çok zor olurdu. “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiblerine şüphesiz deliller vardır. (Ali İmran 190)” Soluduğumuz havanın beşte biri oksijendir. Eğer bu miktar biraz daha az olsa canlıların çoğu yaşayamayacak, boğularak ölecekti. Eğer bu miktar biraz daha yüksek olsa maddelerin yanmaları çok kolay olacak, sürekli yangınlar çıkacaktı. Oksijen miktarı arttığında veya azaldığında sürekli bitkiler tarafından dengelenir, bu yüzden bu oran pek değişmez: “Göğü Allah yükseltti ve dengeyi O koydu. Sakın dengeyi aşmayın. (Rahman 7-8)” Allah bizim için meyveleri ve sebzeleri yaratmıştır ve hepsinde bizim için ayrı bir şifa vardır. Allah vücuda ne ihtiyaç vermişse onun dermanını içeren bir bitki yaratmış. Görüldüğü gibi insanların çoğu nankör olsa da Allah “Rahman” sıfatının tecellisiyle her şeyi kuşatmıştır. “O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür! (İbrahim 34)”

Kuran Allah’ın yarattığı her şeyde bir “ayet” olduğunu söylemektedir. Hayvanlarda, yıldızlarda, insanlık tarihinde Kuran’ın ifadesiyle “ayetler” vardır. Kuran bu açıdan baktığımızda canlıları, kâinatı ve geçmişi araştırmayı Kuran’ın kendisini araştırmak kadar önemli görür. Sonuçta Kuran ayetlerinin de evrendeki ayetlerin de bizi ulaştırdığı şey Allah’ın varlığı ve birliğidir. “De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah her şeye kadirdir. (Ankebut 20)” Allah bu ayette de olduğu gibi inananları sürekli mahlûkatı araştırmaya yönlendirir çünkü evren bizim için bir sürü ayet barındıran ve keşfedilmeyi bekleyen bir hazinedir. Örneğin bahar mevsiminde doğanın canlanması insanların tekrar diriltilmesine dalalettir: “Rüzgârları gönderen Allah’tır. (Onlar, yağmur yüklü) bir bulutu kaldırıp yürütür. Derken biz onu, (toprağı) ölü bir bölgeye sevk ederiz. Onunla yeri ölümünden sonra (bitkiyle) canlandırırız. İşte (öldükten sonra) dirilip kalkma da (tıpkı) böyledir. (Fâtır Sûresi 9)" Hiçbir canlılık belirtisine sahip olmayan tohumlar taşıdıkları DNA yazısına göre bahar mevsiminde dirilirler, DNA’ları nasılsa o şekilde dirilirler ve o özelliklere sahip olurlar. İnsanlar da öldükten sonra mahşer gününde amel defterlerine göre dirilir; amel defterleri iyiyse iyi bir durumda, kötüyse kötü bir durumda dirilirler. Tohum ile ölü insan arasında, bitki ile canlı insan arasında, tohumun DNA’sı ile insanın amel defteri arasında böyle bir benzetme yapılmıştır. Bu, tabiattan dersler çıkarmaya bir örnektir, tabiatın ayetleriyle Kuran’ın ayetlerinin birbirini nasıl tamamladığını gösterir. Allah binlerce çeşit mahlûkatı her baharda adeta yeniden yaratmaktadır ki hem kudretini her yıl göstermiş ve ispatlamış olsun, hem de Allah’ın ilkin yaratmayı başlatıp sonra evrenle ilgilenmeyi bıraktığını iddia eden deistleri haksız çıkarmış olsun.

Evrende hiçbir şey yok olmaz, sürekli bir döngü vardır. Şu an sizi oluşturan karbon atomları belki 100 sene önce bir böceğin vücudundaydı, belki 100 milyon sene önce bir dinozorun vücudundaydı, 100 yıl sonra da belki hiç tanımadığınız bir insanın bedeninde olacak. Atom her zaman aynı atomdu, sadece farklı zamanlarda farklı şekillere girdi. Tıpkı bunun gibi ruh da kaybolmaz, sadece şekil değiştirir ve yeni bedende tekrar var olur. Vücudumuzdaki atomlar yediğimiz besinlerden geldi. İnekten içtiğimiz süt, köyden gelen domates, Amerika’da üretilen çikolata, pınarlardan gelen su bizim tüketimimiz sonucunda vücudumuzun moleküllerini oluşturdu. Yani vücudumuz tamamen farklı yerlerden gelmiş molekülleri bünyesinde barındırıyor, muhtelif yerlerden gelen moleküllerin birleşimi ile oluşturulmuş. 100 yıl önce şu anki vücudumuz darmadağınıkken Allah bu molekülleri farklı yerlerden alıp bir araya getirdi ve bizi oluşturdu. Cesedimiz de öldükten sonra çözünecek ve dağılacak. Allah kıyamet gününde dağılan cesedimizi tekrar bir araya getirecek ve bedenimizi yeniden diriltecek, tıpkı bizi yaratırken yaptığı gibi… Dağınık molekülleri bir araya getirerek bizi yaratan Allah, dağınık cesedimizi de bir araya getirip bizi diriltemez mi? Tabi ki de bunu yapmaya kadirdir. 

Yaratılmış her şeyde bir hikmet ve amaç olduğunu bilen bir Müslümanın kâinatı araştırma şevki her şeyin nedensiz ve gelişigüzel olduğuna inanan bir ateistinkinden şüphesiz ki daha fazla olmalıdır. Mesela ateistler insan vücudunda görevi bilinmeyen bir yapı bulduğunda bunu hemen evrim sürecinden kalma körelmiş bir organ ilan ederler ve onun hiçbir görevi olmadığını farz ederler. Müslümanlar ise “Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: 'Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz…' (Ali İmran 191)” ayetinde de belirtildiği üzere hiçbir şeyin boş yere meydana gelmediğini bilirler, her yaratılmışı araştırarak amaç ve hikmetlerini ifşa etmek için çabalarlar. Bir bilim adamının araştırdığı bir şeyin sebepsiz olmadığına emin olması, girdiği yolun çıkmaz yol olmadığını bilmesi şüphesiz onu araştırmaya teşvik eden güçlü bir psikolojik etmendir. Her şeyin rastgele olduğuna inanan ateist bir bilim adamı neden her mevcudatın arkasında bir sebep arasın ve bu sebepleri bulmak için araştırma yapsın?

Peki, tarihte İslam ile bilimin çeliştiği durumlar olmuş mudur? İslam ile bilim çelişmez ancak belli bir zaman diliminde bilim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği bir görüş çelişebilir ve tarihte birçok kez çelişmiştir. İslam ile bilimin çeliştiği evrim teorisi hariç bütün konularda İslam galip gelmiş ve bilim İslam’ın dediğini sonradan kabul etmiştir. Bunun bir örneği Büyük Patlama teorisidir. Bilim adamları önceden İslam’a aykırı bir şekilde evrenin sonsuz büyüklükte olduğunu ve ezelden beri var olduğunu savunurken sonradan evrenin bir başlangıcı olduğunu ve büyüklüğünün sonsuz olmadığını kabul etmek zorunda kalmıştır. Bir diğer örnek de Güneş’in hareket etme meselesidir. Bilim adamları Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğünü bulunca Güneş’in evrende sabit bir konumda olduğunu düşünmüşlerdir. Hâlbuki Kuran, Güneş’in belli bir yere doğru gitmekte olduğunu açık bir şekilde söyler, bu yüzden insanlar yıllarca Kuran’ın bilimle çeliştiğine inandı. Yakın bir gelecekte ise bilim, Güneş’in de Samanyolu içerisinde belli bir yere doğru hareket ettiğini keşfetti ve ateistler Kuran aleyhindeki suçlamalarını geri almak zorunda kaldı. Bu durumun bir başka örneği ise insanların kökeni meselesidir. Bilim adamları yıllarca insanların Dünya’nın farklı yerlerinde evrimleşerek oluştuğuna, bu yüzden yeryüzündeki insanların kökenlerinin farklı olduğuna inandılar, bu inancın üzerine de ırkçılığı inşa ettiler. “Eğer insanlar farklı bölgelerde ortaya çıkmayıp Hz. Âdem ve Hz. Havva’dan geldiyse insanlar Amerika ve Avusturalya gibi farklı kıtalara nasıl yayılabildi?” sorusu eskiden beri ateistler tarafından dindar insanlara sorulan bir soruydu. Ne var ki genetik çalışmalar bu inancı çökertmiş ve yeryüzündeki bütün insanların aynı kabileden (tabi ki bilim adamları buna Âdem ve Havva demiyor) türediğini kanıtlamıştır, böylece bilim adamları bir kez daha İslam’ın dediğini kabul etmiş ve bu çalışma 20. yüzyıla damga vuran “ırkçı” zihniyetin ne kadar anlamsız olduğunu ortaya koymuştur.

Pozitivistler din ile bilimi birbirine karşıt göstermek için çarpıtılmış bir tarih uydurmuşlar ve bunu yıllarca insanlara empoze etmişlerdir. Pozitivistler özellikle Katolik kilisesi üzerinden dinlere hücum ederler, Ortaçağ’da kilisenin bilim adamlarına baskı kurduğunu iddia ederler. Özellikle Galileo ve Bruno’nun başına gelenler pozitivistlerin dilinden düşmez, bu iki kişinin hikâyesi dinin bilime karşı olduğunun propagandasını yapmak için kullanılır. Gerçekte kilise bilime karşı olmamıştır, zira bilimsel terakkiden en çok yararlanacak kurumlardan biri kilisedir. Kilisenin bazı bilim adamlarıyla çatışma sebebi otoritesini sağlama almaktır. Galileo’nin ev hapsinde tutulma sebebi Papa’ya ağır hakaretler içeren yazılar yazmasıdır, yani bilimsel değil siyasi bir sebeptir. Eğer Galileo’nun cezasının sebebi Güneş merkezli evren modelini savunması olsaydı bir asır önce Güneş merkezli evren modelini ortaya atan Copernicus da kilise tarafından cezalandırıldı. Bruno’nun yakılma sebebi de kilisenin Hristiyanlık yorumunu eleştirmesi ve yeni bir din yaratmaya çalışmasıdır, yani bu da bilimsel bir sebepten dolayı değildir. Tabi ki de o devirde düşünce özgürlüğü yoktu ve kilise otoritesi güçlü bir biçimde hissediliyordu; lâkin kilisenin bilimle bir derdi olmamıştır, kilisenin tek derdi otoritesini korumaktır. Ayrıca Galileo de dâhil Rönesans dönemi bilim adamları çok dindar Hristiyanlardı; bu insanların niyeti Hristiyanlığı yok etmek değil, Hristiyanlığı yanlış inançlardan temizleyerek yüceltmektir. Tarihin belki de en büyük bilim adamı olan Isaac Newton, bazı insanların deist iftirası atmasına rağmen aslında Teslis inancını reddeden dindar bir Hristiyandır, itikadı bu yönden İslam itikadına benzemektedir (Newton, Hristiyanlığın ve Kutsal Kitap’ın ilk yüzyıllarda tahrip edildiğine ve Teslis inancının Hristiyanlığa sonradan eklendiğine inanıyordu. Newton, İsa’ya tapan herkesi putperestlikle suçlamıştı.[1]) Her devrim bir önceki sistemi kötüleyerek meşruiyetini savunur, pozitivist devrim de Hristiyanlığı kötüleyerek meşruiyetini sağlıyor. Ateistler Dünya’nın hareket ettiği Güneş merkezli evren sistemini dinlerin bir türlü kabul edemediğini, bu yüzden bilim adamlarını öldürdüklerini söylüyor. Hâlbuki Dünya’nın hareket ettiği gerçeğini Kuran 7. yüzyılda bildirmiştir: “Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.* (Neml 88)”

Doğu tarihine baktığımızda ise İslam’ın en güçlü olduğu dönemde bilimin de en parlak dönemini yaşadığını görüyoruz. 800-1300 yılları arası (Moğol işgaline kadar) dönem İslam’ın Altın Çağı olarak adlandırılır ve bu dönemde Müslümanlar pozitif bilimlerde büyük ilerleme kaydetmiştir. Dinin bilime engel olduğunu düşünen Batılılar ne yazık ki bugünkü bilimlerinin temelinin Müslümanlar tarafından atıldığını, Rönesans’ın İslam coğrafyası ile sürekli etkileşimde olan İtalya’da başlamasının tesadüf olmadığını, Antik Yunan uygarlıklarına ait kitapların bile kendilerine Arapça üzerinden ulaştığını, günümüzdeki bilimsel yöntemin Müslüman ibn-i Heysem tarafından geliştirildiğini ve ibn-i Heysem’in tarihteki ilk hakiki bilim adamı sayıldığını bilmiyor.

* (Eski bazı mealciler bu ayeti dağların hareketinin kıyamette olacağı anlamında tercüme ederek hataya düşmüşlerdir. Eğer dağların hareketi gelecekte olacak olsa ayette dağların sürüklenmesini ifade eden fiilden önce “se” ekinin gelmesini beklerdik çünkü “se” eki fiile gelecek zaman anlamı verir. Ayrıca ayette “sanmak” ve “dağların sürüklenmesi” fiillerini bağlayan “ve” bağlacı iki fiilin aynı anda yapıldığını bildirir, Türkçe’deki “-arken/-erken” ekleri gibidir ve biz dağları sabit sanıyorken dağların hareket ettiği anlamını verir. Eğer dağların hareket etmesi kıyamette gerçekleşecek olsaydı zaman olarak önceki fiilden sonra gerçekleşmeyi ifade eden “fe” bağlacı kullanılırdı. Anlam olarak bakarsak da bu ayetin arzın döndüğüne işaret ettiği aşikârdır. Ayet, dağların bizi rahatsız etmeden hareket etmesini övülecek bir şey olarak görmüş ve bunu “her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatı” olarak nitelendirmiş. Eğer ayet kıyametteki kaosa işaret ediyor olsa burada ne bir sanattan ne de sapasağlamlıktan söz edebilirdik. Ayrıca iki ayet önce gece ve gündüzün oluşumundan bahsedilmiş ki arzın hareketiyle gece-gündüz oluşumunun birbiriyle alakalı olduğu malumdur: “Size geceyi dinlenesiniz diye karanlık ve gündüzü çalışasınız diye aydınlık olarak yarattığımızı görmediler mi? (Neml 66)” )

 

Kâinattaki hadiseleri kim gerçekleştiriyor?

Kâinatta meydana gelen bütün hadiseler - mesela yağmurun yağması, şimşeğin çakması gibi tabiat olayları - Tanrı tarafından mı gerçekleştiriliyor, yoksa tabiatın kendi sistemi tarafından mı gerçekleştiriliyor? Bu soru Antik Yunan’dan beri insanların kafasını kurcalayan çok mühim bir sorudur. Antik Yunan filozoflarına kadar insanlar tabiat hadiselerini direkt olarak Tanrı’ya yüklerlerdi, örneğin Yunanlılara göre şimşek Zeus sinirlendiği için çakardı. Bazı Yunan filozofları ile başlayan ve Aydınlanma pozitivizmi ile zirve yapan süreçte ise tabiattaki hadiselerde Tanrı’nın etkisi olmadığı, bu hadiselerin tabiatın kendi içinde var olan sisteme tâbi olarak gerçekleştiği inancı hâkim olmuştur. Örneğin şu anki pozitivist anlayışa göre yağmurun yağmasını sağlayan şey Güneş’in yeryüzünü ısıtması ve deniz sularını buharlaştırmasıdır, buharlaşan sular da rüzgârın etkisiyle savrulur ve sıvılaşarak rastgele bir yere düşer. Yani burada bir bilinç ve tanrısal müdahale söz konusu değildir.

Günümüzde hâkim olan pozitivist anlayışa cevap olarak öncelikle şunu belirtelim ki kâinattaki hangi hadisenin temeline inerseniz inin bir noktada fiziksel yasalarla açıklanamayan, sadece üstün bir bilinç tarafından yönlendirildiği takdirde gerçekleşebilecek olan şeylere rastlarsınız. Mesela vücudumuzdaki hadiseleri teker teker sistemlerimize atfedelim, yani Tanrı’ya atfetmeyelim. O zaman sistemlerimizdeki hadiselerin neden vuku bulduğu sualini sormak icap eder. Sistemlerimizdeki hadiseleri de organlarımıza atfedelim, yani Tanrı’ya atfetmeyelim. O zaman organlarımızdaki hadiselerin neden vuku bulduğu sualini sormak icap eder. Organlarımızdaki hadiseleri de hücrelerimize atfedelim, O zaman hücrelerimizdeki hadiselerin neden vuku bulduğu sualini sormak icap eder. Peki, hücrelerimizdeki hadiseleri kime atfedeceğiz? Kör, sağır, cansız, bilinçsiz moleküllere atfedemeyiz çünkü hücrelerimizin içinde gerçekleşen her şeyde müthiş bir intizam, görev paylaşımı ve bilinç gözüküyor, gelişigüzel bir sistem gözükmüyor. Aciz bir madde mükemmel bir iş yapamayacağına göre hücredeki intizamın ve bilinci mecburen Tanrı’ya atfetmek zorundayız. Tabiatta nereye bakarsak bakalım sebepler zincirinin son halkası olarak Tanrı’yı kabul etmek zorundayız. Eşyaya sadece tepeden bakıp onları yöneten temeli görememek günümüz biliminin düştüğü bir gaflettir. Bilimin Tanrı’dan bağımsız gördüğü her şey aslında en temelde Tanrı’nın iradesine tâbidir.

Allah’ın iradesi ile tabiattaki sebepler zinciri arasında nasıl bir ilişki vardır? İnsan Allah suretinde yaratıldığına göre Allah’ı idrak etmek için insana bakmak gerekir. İrade sıfatı Allah’ın sıfatıdır ve bu sıfat insanda da tecelli etmiştir. Şimdi kolunuzu kaldırmayı irade edin, yani isteyin. Kolunuzu kaldırmak için bunu istemeniz yetti, vücut kendi içindeki denge ve kas sistemiyle bunu sizin için yaptı. Siz sadece bilincinizde bunu istediniz, geri kalan bütün işi onlarca kas, kemik ve sinir bir arada karmaşık bir şekilde çalışarak siz farkında dahi değilken yaptı. Şimdi tamamen bilgiden ve ön yargıdan arınmış bir insan sizin kolunuzu kaldırmanızı izlese bu hareketi neye atfeder? Bu hareketi kas ve sinir sisteminize atfeder, çünkü bilinç denen şey somut ve görünen bir şey olmadığından o kişi sizin bu işi bilincinizle irade ettiğinizden tamamen bihaberdir. Hatta bir bilinciniz olduğunun bile farkında değildir çünkü o kişinin tek gördüğü şey et ve kemik yığınıdır, hâlbuki et ve kemik yığının iradesi yoktur. Kolunuzu kaldırmanızı kaslarınız istemiş değildir, kolunuz kaslar yüzünden de kalkmış değildir, onlar sadece bilinç tarafından idare edilen şeyleri yerine getirmekle vazifeli olan aracılardır. Biz vücudumuzu nasıl hareket ettirebiliyorsak ve vücudumuz üzerinde hâkimiyet sahibiysek Allah da kâinatı o şekilde yönetir, kâinat üzerinde o şekilde hâkimdir. “Bir şey dilediği zaman Onun yaptığı ‘Ol’ demekten ibarettir. Hemen oluverir. (Yasin 82)” Bir yağmur yağdığı zaman bizim gördüğümüz Güneş, rüzgâr, bulut, su damlası gibi sebepler bir nevi Allah’ın bu işte kullandığı kas ve sinir sistemidir, hâlbuki bunun arkasındaki irade Allah’a aittir. İnsan bilincinden bihaber olan cahil bir kişi insanın hareketini nasıl sadece kas, kemik ve sinirlere atfederse Allah’tan bihaber olan dinsizler de Allah’ın kâinattaki tasavvurlarını sadece tabiat kanunlarına atfederler. Yani bir dahaki sefer yağmura şahit olduğunuzda bilin ki yağmuru oluşturan fiziksel şeyler bir nevi Allah’ın bu iş için kullandığı kasları, kemikleri, sinirleri… Yağmurun yağmasını irade eden asıl güç ise kâinatı yöneten bilinç olan Allah-u Teâla. Allah yaratmada dünyevi sebepleri bu şekilde kullanır. Bir Müslüman Allah’a araba sahibi olmak için dua ettiğinde arabanın bir gün melekler tarafından gökten indirileceğini beklemez, Allah’ın dünyevi sebepler vasıtasıyla kendisini araba sahibi yapacağının farkındadır. Maalesef en basit ve eğitimsiz Müslümanın bile anlayıp benimsediği bu Tanrı - sebep ilişkisini pozitivist bilim adamları anlayamıyor.

Peki, bugünkü teknolojiyle tabiata müdahale edilerek yapay şekilde yağmur yağdırılabiliyor, bu yağmurlar Allah’ın irade ve takdirinin dışında mı gerçekleşmiş oluyor? Tabi ki hayır. Yapay yağmurun yağmasında rolü olan bütün tabii mekanizmalar Allah’ın kontrolünde olduğu gibi yapay yağmuru yağdıran şahsın kaslarından kalbine kadar bütün vücudu da Allah’ın kontrolünde. Allah o yağmurun yağmasını istemezse yapay yağmur yağdırmayı bundan görevli olan insanın kalbine çirkin gösterir ve o insanı bundan vazgeçirir. Neticede her sebebin kaynağı Allah değil mi?

Fizik Kanunları

Evrende her daim işleyen belirli kanunlar vardır. Bu kanunların temeli evrende var olan dört temel kuvvettir: kütle-çekim kuvveti,  zayıf nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvet, şiddetli nükleer kuvvet. Bu dört temel kuvvet o kadar iyi bir dengeye sahiptir ki bunların azıcık az veya çok olması bırakın yaşamı madde diye bir şeyin olmasını bile imkânsız kılardı. Her daim üzerimize bütün Dünya’yı parçalayacak büyüklükte bir kuvvet uygulanıyor, ancak bu kuvvete zıt yönde aynı büyüklükte başka bir kuvvet uygulandığından bunu hissetmiyoruz. Vücudumuzdaki artı yükler her daim çevredeki artı yükler tarafından atom bombası kuvvetiyle itiliyor ancak çevredeki eksi yükler tarafından da aynı büyüklükte çekildikleri için atom bombası gücündeki kuvvet dengelenmiş oluyor. Her yönden inanılmaz büyüklükte kuvvetlere maruz kalmamıza rağmen hiçbir şey hissetmiyoruz. Tabiattaki bu müthiş dengeyi kuran elektromanyetik kuvvet çok önemli bir sorunu da beraberinde getiriyor: artı yüklü protonlardan oluşan atom çekirdeklerinde protonların birbirini itmesi ve çekirdeğin parçalanması icap eder. Burada Allah’ın çekirdek içinde yarattığı bir başka kuvvet olan güçlü nükleer kuvvet devreye giriyor ve elektromanyetik kuvvetten çok daha güçlü olduğundan protonları, dolayısıyla atom çekirdeklerini bir arada tutabiliyor. Bırakın bu kuvvetlerden birisinin var olmamasını, bu kuvvetlerden birisi azıcık daha güçlü veya daha zayıf olsa evrendeki her şey bir saniyede paramparça olurdu.  Tabiattaki kuvvetler var olsa bile yere ve zamana göre farklı güçte olsalardı yine işimiz çok zor olurdu, onlara dayanarak hiçbir hesaplama yapamazdık. Mesela belirli bir maddenin kaynama noktası aynı koşullarda sabit olmasaydı kimya bilimi bir işe yaramazdı, yerçekimi kuvveti aynı koşullarda sabit olmasaydı mühendislikteki matematik hesapları işe yaramazdı.

Peki, bu kanunları koyan kimdir? Her olayın en temeline indiğimizde mutlaka bir kanuna tabi olduğunu görürüz, bu kanunlar bilinçsiz evren tarafından koyulmuş olabilir mi? Evren kendi koyduğu kanuna kendi mi mahkûm oluyor? Elektromanyetik kuvvet gibi kanunların var olması için aslında bilimsel olarak hiçbir sebep yoktur, Allah’ın dilemesi dışında. Allah’ın parçacıkları kanunlara mahkûm etmesi sayesinde maddelerin oluşumu ve hayat mümkün olmuştur.  Yoksa maddeler bir araya gelip “gelin şu şu kanunları koyup hepimiz bunlara uyalım, yoksa hiçbir şey oluşturmak mümkün olmaz” diye bir anlaşma yapmış değildir. Gerçi hücredeki bütün bilinci bilinçsiz moleküllere havale eden ateistlerin ileride bir gün böyle bir iddiada bulunması da şaşırtıcı olmaz.

Tabiat kanunlarının varlığı 2+2=4 gibi bir zorunluluk değildir, var olmamaları da var olmaları kadar mümkündür. Biz bu kanunların değiştiğine şahit olmadığımızdan onları yanlış bir şekilde zorunluluk zannediyoruz. Meşhur Pavlov’un köpeği deneyinde Pavlov, köpeğine yemek vermeden önce mutlaka zil çalarmış. Bir süre sonra köpek zili duyduğu anda yemeğin geleceğini anlayıp önceden salya salgılamaya başlamış çünkü zihninde yemek ile zili birbiriyle bağdaştırmış. Hâlbuki temelde yemek ile zil arasında somut bir neden-sonuç ilişkisi yoktur, yemek zil sayesinde geliyor değildir. Sadece köpeğin bu alışkanlığı bu iki kavramı bağdaştırmasına sebep olmuştur. Bizim kâinattaki kanunlara karşı edindiğimiz alışkanlık da böyledir. Allah belirli hadiseleri sadece belirli koşullarda meydana getirdiğinden biz bunu bir yanılsamayla zorunluluk telakki ediyoruz. Hâlbuki Pavlov’un zil çaldığı hâlde köpeğine yemek vermemesi ne kadar mümkünse ateşe dokunduğumuzda ateşin elimizi yakmaması da o kadar mümkündür, çünkü elimizi yakan asıl şey ateş değil, Allah (c.c.)’dır. Aynı zamanda Pavlov’un köpeği nasıl yemeğin zil sayesinde geldiğini zannediyorsa biz de kâinattaki hadiselerin o hadiseyi oluşturan koşullar tarafından meydana getirildiğini zannediyoruz, bütün bunların arkasındaki sebep olan Allah’ı göremiyoruz.

[1] “Newton.” The Creationist Debate: the Encounter between the Bible and the Historical Mind, by Arthur McCalla, Bloomsbury Academic, 2013, pp. 10–10.

bottom of page